SEVGİLİ AYAKLARIM VE GÜNAHKAR BEN - 29.12.2020

80 kere okundu

Bütün yükümü onlar çekiyor, seviyorum ayaklarımı. Renkli çoraplar, rahat ayakkabılar giydirerek şımartıyorum da. Ayaklara karşı olan sevgilimin sosyolojik alt yapısı da var yani. Sırf fetiş bir durum değil. Bu sosyolojik durum estetikle de birleşince seyredilesi, hatta dokunulası bir güzellik çıkıyor ortaya. Erkek ayağı sevmiyorum ama kendiminkiler dışında. Pozitif ayrımcılık suç değildir umarım.

Fatmagül’ün suçu ne diye bir dizi vardı, orada da oynamıştı aynı adam. Evet, o adam, yakışıklı olan. Bir bölümde duş alırken parmaklarını saçlarının arasında gezdirmişti de çok sevmiştim. Hatta ilk ve tek kez orada sevmiştim saçı. Benim de olsun istemiştim yirmi yıldır on günde bir kazıyor olmamı göz ardı ederek. Kendi parmaklarım için istemiştim üstelik. Başka parmaklar için saça gerek yoktu çünkü. Onlar istedikleri gibi gezinebilirler.

Yapmadım tabi. Uzatmadım hiç saçımı. Güzel yüzümü gölgede bırakmadım hiç uzun kıl taneleriyle. Lisede uzatmıştım ama sanırım bir iki kez. Aşıktım. İnsan aşık olunca her şeyi yapabiliyor. Sonra aşık olmadım hiç sanırım. Sabredemedim de saçlarım uzasın diye. Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmekten yanayım. Kaşımı ya da kirpiğimi kesemiyorum. Saç ve sakalla oynamak kalıyor geriye sadece.

Laf lafı açar bazen. İlgisi yoktur saçın aşkla, kirpiğin kaşla bile ilgisi yoktur bazen. Ama dediğim gibi açar laf lafı. Susarak bitmeyen yollarda yürüyoruz çünkü.

Herkesin birbirine benzediği bir dünya bu... Bir dolu kelime varken hep aynı kelimelerle benzer cümleler kuran insanların yaşadığı bir yerde yaşıyoruz. Aynı yolla doğuyoruz. Gerçi içimizde tozlanmayla dünyaya geldiğini sanan alıklar yok değil ama saymayalım biz onları. Aynı ağlıyoruz. Baba oluyor ilk kelimemiz. Süt emiyoruz annemizden. İki meme var herkeste. Daha az ya da daha fazlasına rastlanmıyor pek. Okula gidiyoruz, aşık oluyoruz ve terkediliyoruz. Aşıkken yaşadığımız mutluluk da aynı, terkedilince çektiğimiz acı da. Umutlar besliyor, hayaller kuruyoruz. Hayal kırıklarımız da aynı, kırıklara alışmak için aldığımız yol da. Aynı kıyafetleri giyip, aynı yemekleri yiyoruz. Tamam, her yaşadığımız bize özel, çok anlamlı. Ama sokaktan yüz kişi çevirseniz, yüz anne, yüz kardeş, yüz sevgili, yüz dost, yüz aşık…  En fazla on farklı yaşam görürüz. Eşit dağıtsak her grupta on kişi eder.  Hadi yüz farklı hayat diyelim, hatta bin diyelim. Yedi milyarı bine bölersek her grupta yedi milyon aynı insan eder. Ben söylemiyorum bunu, matematik söylüyor.

Ben değişik değilim yani, aynıyım. Ama siz sanırım biraz daha çok aynısınız.

Ağlar mısınız mesela. Ben ağlamam. Bazen ağlamak isterim ama hep yanlış zaman ve yanlış yer olur. Aynı toplum bize aynı şeyi öğretir hem; ağlamak iyi. Ulan ne var ağlasak biraz. Çocuklar ölünce ağlasak, hasrete ağlasak, yokluğa ağlasak. Sevinçten ağlasak bazen... Ne var yani ağlasak sanki, sel mi olur gözyaşlarımızdan. Gizli gizli ağlasak da olur, öyle öğrettiler bize. Duygularımız bile aynı.

Markete girsem akşam yemeği için. Balık mı alsam, et mi, yoksa tavuk mu? Pizza mı söylesem yoksa. Oysa evine ekmek götüremeyen insanlar var. Kuru ekmek, bildiğiniz iki kuruşluk ekmek. Gel de ağlama. Balık alıp çıksam, tekir. Kırmızı balık… İnsanım, insanız… Vicdan da bir yere kadar, devam ediyor hayat ve seviyoruz yaşamayı. İçimizdeki ormanın kanunlarına uymaktan keyif alıyoruz güçlüysek, zayıfsak şikâyetlerimizle bıktırıyoruz güçlüleri.

Niye sazan değil de tekir ya da çinakop… Herkes bilir ki tuzlu suya ulaşamayanlar sever tatlı su balıklarını. Daha iyisi yoksa yetinirsin kötüsüyle. Bu da kanundur. Balık seven herkes bilir bunu.

Ben balık yapmayı da yemeyi de seviyorum. Ticaretini sevmiyorum. Yıllar önce yaşayarak öğrendim.  Yaptığım balıkları yiyen insanlardan aldığım paraları devlete verdim, çalışanlara verdim, mülk sahibine verdim. Belediye bile geldi para istedi benden. Oysa ne işi olur balığın belediye ile. Sonra dedim bu iş bana göre değil. Çekildim aradan. Artık karışmıyorum paraların el değiştirmesine. Ben balık yapıyorum onlar ticaret denen illetle hayatlarının içine ederken.

Kırmızı ve yeşilbiberi küp küp doğruyorsun. Arpacık soğanı ve mantar da ekliyorsun karışıma. Kavuruyorsun onları yüksek ateşte. Kavururken kör sosu da ekliyorsun. Ayrı bir tavada yine küp küp kesilmiş dil balıklarını bu kez soya sosu ile kavuruyorsun. Hani filmlerde görürsünüz ateş çıkar tavadan. Tavayı sallarken yağ ateşle buluşur ve yanar. Çok havalıdır, bayılırım ben hava atmaya. Sonra iki tavayı birleştirip çeri domatesi ve tereyağı da eklersin karışıma. Ve biraz daha ateşli mevzular. Ardından servis. Eşe dosta ama… Müşteri taş yesin, aç gezsin.

Günah biliyorum ama karşı koymuyorum. Hiç koymadım da. Çünkü keyifli olan ne varsa günah. Ben inançlı birisiyim. Günaha da inandım. Yatarı neyse yatar çıkarım. Sonrası güllük gülistanlık. İnanana!

Yarın niye yaptın diye sorduklarında salağa yatmak gibi bir lüksüm de yok. Bilinçli bir günahkârım ben. Çocukken komşunun bahçesinden meyve çalmak günah dediler; çaldım. Okula gittim, kopya çekmek günah dediler; çektim. Biraz daha büyüyünce kadınlar günah dediler. Çok güzeldiler oysa, güzel de hissettiriyorlardı. Sevdim onları, seviştim de… Onlar da sevdi beni, seviştiler de. Allah hepsini affetsin. Sonra yalan söyleme dediler, günah. Bilin bakalım ne yaptım? Çok karmaşıktı her şey, zordu. İçerek unutulurdu ancak ama içmek de günah dediler. Yatarı nedir bunun dedim!

Biliyorum yok yatacak yerimiz, kötüyüz biliyorum ama insanız. Öyle yaratmış yaratan. İsyan mı edeyim. Nankördür insan, vicdansızdır, kötüdür, günahkârdır. İnkâr mı edeyim insanlığımı. İnkar da günah. Ya da herkes gibi vicdanlıyım mı diyeyim? İyi miyim ben, vefalı mıyım? Hiç günahım olmadı mı? Yalan da günah, söylemiştim.

Bütün yükümü onlar çekiyor, vefakâr ayaklarım… Hiçbir beklentileri de yok benden. Ne güzel şey karşılık beklemeden yapmak bir şeyleri. Ummadan, istemeden, içten içe dilenmeden. Renkli çoraplar ve rahat ayakkabılarla şımartıyorum onları. Bütün yükümü onlar çekiyor çünkü, sevgili ayaklarım.