BAMYA ÜZERİNE DENEMELER - 7.08.2014

17 kere okundu

Her manavda bulunmaz, pazara bakmak gerek. Arayıp miniğini, tazesini bulmak gerek. Büyük olanlar ucuzdur ama yemeği güzel olmaz, zaten sevilesi bir şey değil diyor haber bültenleri, hepten albenisini kaybetmemek gerek. Kışın olmaz mesela, sonbaharda ve ilkbaharda da olmaz. Olsa da ben bilmiyorum, bilmişlik yapayım dedim satır arasında. Sapını gövdeden ayırırken dikkat edin, eğer derinden keserseniz tohumlu bölgenin dışarı çıkacağı yarıklar açılır ki bu da sümüksü bir duruma sebep olur. Gerçi ben öylesini severim, bamya bu taze fasulye değil ki. Sarımsak ve soğanı yağda soteledikten sonra bamyayı eklemek üzerine de ince doğranmış domatesleri koymak gerek. Yarım limonun suyunu tencereye sıkmak gerek. İki de kesme şeker atın der kime sorsanız ama siz beni dinleyin. Yemek bu keyif çayı değil, şeker de neymiş. Böyle işte sevgili eş dost, sebzeden zarar gelmez, fasulyeden, patlıcandan, biberden, ıspanaktan, bürüksel lahanasından hatta bamyadan bile zarar gelmez. Sağlıklı beslenmek gerek, yemek gerek. Gecenin üçü, pis boğazım ve ben bamya götürüyoruz!

Mevsimler bir ay geriye kaymış sanki, kış ocakta başlıyor, güz ekimde… Yazın ortasındayız daha anlayacağınız, şehrin ortasındayız denizde olmak varken. Uyu uyu bitmiyor gün, in sahile güneşin alnında yürü yürüyebilirsen. Yürünüyor ama nereye kadar, Maltepe’ye kadar ölüyor insan. Sonra bir limonlu soda artı su molası. Saat daha akşamın altısı, güneş insanın anasına gözyaşı döktürüyor. Doğa olayı neticede; namaz niyaz olmasa da inanmış insanlarız. Güneşe laf söyleyip günaha giremem gece vakti.

Gece dedim de aklıma geldi! Geçenlerde biri yazmış “en dürüstü gecedir” diye. Gerekçesini de açıklamış; rengi belli, siyahtır. Bir kadın elli – altmış yaşlarında, belli komşudan geliyor. Ara sokaktan çöp kovasına attığı şişenin sesiyle görünür olan bir genç adam kadına doğru yürüyor. Kadın arkasından gelen muhtemelen oğlu olan orta yaşlı adamı bekliyor şişenin sesiyle fark ettiği gençten çekinerek. Geçip gidiyorlar bir bir yanından, huzur bozulmuyor, renk dağılmıyor, siyah hep siyah. Az insan çok huzur derim hep, İstanbul’da da yaşasan gecenin bu saati pek kimse olmuyor. Hem göz dinleniyor hem gönül. Bir beyaz ekrana bakıyorsun bir sokağa; ne beyaz ekranda gelen giden var ne de sokakta. Şimşek çakıyor bazen, göz alıyor karanlığı bölen aydınlık. Belli ki bir yerlere yağmur yağıyor, ıslanıyor birileri yaz günü. Kollarımdaki kılları okşayıp geçiyor rüzgar, yağmur çekiyor canım. Eskiden olsa köyde olmak isterdim ama şimdi kimseyi tanımadığım bir sahil kasabası düşüyor aklıma, kimsenin kimseyi umursamadığı bir kumsal, kumları okşayan dalgalar, iyot kokusu ve huzur… Gecenin rengi bellidir; iyi iyidir, kötü ise kötü. Azdır ikiyüzlüsü, anlayana her şey apaçıktır.

O şirin yüzlü melek sen olmalıydın; bamyadan hemen sonra, yatmadan hemen önce, o kumsalda, o rüzgarda, iyot kokusunda, kimsenin bizi tanımadığı sahil kasabasında. Sahi rüzgâra bıraksak cümleleri, yazıp yollasak bamya tadında, zeytinyağlı teze fasulye kıvamında…

Yarın yağacakmış, öyle diyor hava durumu. Aman diyor dikkat edin, sele tehlikesi var diyor. Bunca yıl anasını bellediğimiz doğa çıkartmayacak mı bizden acısını sanıyordunuz. Neden mevsimler bir ay geriye gitti sanıyorsunuz. Hawking uzun vadede hayat uzayda devam edecek diyor; nükleer silahlar ve radyasyon dünyayı yaşanmaz kılacak diyor. Bilim kurgu dediğimiz şeyle yüzleşeceğiz insanoğlu olarak. Ne o deniz kenarı olacak bizden sonrakiler için, ne de mutlu cümleler kurulacak zaman ve mekân umursanmadan. Suçlu nesiller olarak hatırlanacağız, kanla ve dumanla tarih sayfalarında yerini alacak imzalarımız. Ne ıspanak kalacak, ne pırasa, ne de bamya!

GÖRGÜSÜZ KADINLARIMIZ - 10.08.2014

127 kere okundu

Kadınların dünyasına ayak uydurmaya çalışan erkekler var, sonradan görme kadınlar, abartılı mutluluklar, varoş kokan parıltılar var. Var oğlu var yeni yetmelerin dünyasında. Güven patlaması var, gösteriş budalalığı, aptalca bir yarış var.  

Doğum günüm ilk kutlandığında yirmi üç yaşımdaydım, Trabzon’da üniversite okumak için Kocaeli’ye geleli üç yıl olmuştu. Evlilik yıldönümü, sevgililer günü gibi kavramlar Trabzonspor’un şampiyon olmasından bile uzaktı bana. Ben miydim doğru olan yoksa onlar mıydı bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı, doğum günlerimizi kutlamadan da yeterince mutluyduk. Evlilik için erkendi ama sevgilimiz olsa hiç fena olmazdı! Zamanla ikisi de oldu gerçi; doğum günlerimizde birden fazla pasta kesmek yetmezmiş gibi birden fazla sevgili ne demek onu da öğrendik. Bir sorun vardı ama, pastanın üstünde yanan minik mumların ateşi gibiydi mutluluğumuz, üfleseler yüzümüz düşüyordu.

Sabahın beşinde buzdolabına gittim yiyecek bir şeyler bulmak için. Gözüme ilk çarpan eski kaşar olsa da bir saat kadar önce tadına baktığımdan alt gözdeki domateslere yöneldim.  Çanakkale diye geçiyor manavda, kocaman etli domatesler. Bıçakla üç parçaya ayırıp ikisini yedim, kalan bir parçayı da azıcık ekmeğin arasına sıkıştırıp iç ettim. Eski günler geldi aklıma o an. Domateslerin hormonsuz, yaşıtlarımın budala olmadığı günler. Bizim oralarda ekmek buralardakinden büyük olur. Okul çıkışı çeyrek ekmek ve minik bir domates alır, domatesi ekmeğin içine koyar eve dönerken yerdik. Vazgeçilmez keyif, bulunmaz nimetti bizim için. Daha ortaokula yeni başlamıştık, ne doğru düzgün paramız vardı ne de fazlasına sahip olmak gelirdi aklımıza. Bir gün abimle devrim yapmış, sucuklu tosta almıştık Hacıhamzaoğulları’nın açtığı büfeden. On üç yaşımdaydım, o güne kadar ne sucuk yemiştim ne de tost. Ama sonra yine domates ekmeğe devam…

Kadınların dünyası dedim ya yazının başında, sonradan görmeliklerinden bahsettim ya. Bugünün kadınları bizim çocukluğumuzda bizim kadar çocuktular ama onların domates yediğini görmedim hiç, bisküvi alırdılar. Jelatin kağıtlarının içinden çıkan fabrika görmüş gösterişli dilimlerle bizden az doyar bizden, bizden az mutlu olur ama bizden çok para harcardılar. Büyüdü her biri şimdi, o ekmeğin içine domates koyup yirmi dilimlik menüyü beş dilimde midesine götüren adamlarla yuvalar kurdular, çocuklar yaptılar.

İlk Kocaeli’de rastlamıştım cafcaflı partilere. Pastanede doğum günleri yapılırdı, bir dolu arkadaş çağırılıp pasta üflenirdi. Ve hep bir ağızdan iyi ki doğdun şarkıları mırıldanılırdı. Konya’da biraz daha değişti durum, insanlar çocuklarına doğum günü yaparken arkadaşlarını da çağırıp evde pastaneden aldıkları pastalara evde yaptıklarım kurabiyeleri ekler oldular. Sonra İstanbul… İşin rengi değişiyordu, pastalarında… Yüzlerce lira verilerek arabalı, kaleli, inekli pastalar yapılmaya başlanmıştı. Mekan süsleniyor, bir yarış başlıyordu. Ve Trabzon… İşin rengi değişmekle kalmamış boku çıkmıştı. O domates ekmek yiyen adamların çocuklarının doğum günleri yılbaşı partileri gibi kutlanıyordu. Tuhaf pastalar, abuk subuk kurabiyeler, çingene bohçası gibi süslenmiş evler, abartı kıyafetler, magnetler, flamalar, sepetler... Bir yarış başlamıştı ve duracak gibi de değildi. Çocukların umurunda değildi, onlar hala çocuktu çünkü. Her ne kadar inkar edilse de her şey özellikle anneler içindi. Benim partim senin partini döver. Küçük yerin büyük insanları çocuklarının sırtına binmiş at koşturuyorlardı, üstelik yarışı bitiren tekrar başa dönüp dörtnala koşmak zorundaydı. Duran düşmüş sayılıyordu, kenara itiliyordu. Sadelik yerini akıl almaz bir sonradan görmeliğe, görgüsüzlüğe bırakmıştı. Yarım ekmeğin içine domates koyup yiyen adamlar kenarda oturmuş her sorulana evet diyordu. Trabzon’da böyleydi de Konya’da, Kocaeli’de, İstanbul’da farklı mıydı? Her yerin görgüsüzü vardı ve yarış her şehirde devam ediyordu.

Bizim oralar köylüdür, fakirdir, haddini hududunu bilir. Babam küçük köpeğe büyük kuyruk yakışmaz derdi. Ama bu demek değildi ki herkes köylü olacaktı ya da fakir kalacaktı. Büyüdük ve şehirlerde yaşamaya başladık, paralar kazandık. Şimdi hepimiz babalarımızdan daha zenginiz, kocaman kuyruklarımızla gerine gerine geziniyoruz şehirlerin caddelerinde. Kendimiz gibi köylü kızlarla evlendik çoğu zaman ya da mütevazıydi eşlerimizin geçmişi de bizim kadar. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur derdi eski masallar. Ne Pepe vardı eskiden ne de Canım Kardeşim. Nerden bilirdik bizim kızlar samanlık sevmez, gönül parayla güzel nerden bilirdik. En güzel saç benimki olmalıydı, en güzel gelinlik de. En iyi mekanda yapmalıydım düğünü, en çok altın bana takılmalıydı. Mümkünse kokteyl, hadi o da olmadı düğünden sonra bir gece kulübünde yemek… Reklam filmi mi çekiyorduk, evleniyor muyduk belli değil. Sanki okuldan, işten arda kalan zamanlarda fındık ocağının dibine inek boku taşıyan adamlar biz değildik. Sanki bu kızların babaları cumartesi geceleri annelerini de alıp balolara katılır, cemiyete karışırdı. Hepsi tek taş yüzükle doğmuştu annesinden, taşı en büyük olan en mutlusuydu. Doymak bilmez bir hırs yiyip bitiriyordu her şeyi, kardeş kardeşe düşman oluyordu, gelin kaynanayı beğenmiyor, kayınpederi azarlıyordu.

Horozcu Hasan’ın oğlu, Topal Mehmet’in kızı olmaktan çıkmış Horozzade Hasan beyin oğlu, Bakkalzade Mehmet Efendi’nin kızı olmuştuk. Her şeyin en iyisini biliyorduk üstelik, en iyi biz giyiniyor, en klas biz yaşıyorduk. Kendini alışveriş merkezi zanneden köy bakkallarıydık artık!  Ama yine de yetmiyordu, toplasak da çıkarsak da mutsuzduk. Bir terslik vardı bu işte. Facebook’a onlarca mutluluk pozu koyan biz değil miydik, kocamızı kolumuza takıp tatile giden, çocuklarımızı en pahalı markalarla donatan biz değil miydik? Ulan it oğlu itin pastasına bile tam üç yüz elli lira para saydık. Birileri kabahatliydi; ilk gördüğümüze saldırmalı, ilk karşımıza çıkana hesap sormalıydık. Çünkü sorun bizde olamazdı, biz harikaydık.

 

YOL DA APTAL YOLCU DA - 18.08.2014

149 kere okundu

Üç kelimenin biri anlamsız, biri vurgu için, sona kalanı da bağlaç. Ne yazdığının, ne anlattığının önemi yok. Yaz günü suyun akıyorsa, rüzgarın esiyorsa, biraz da keyfin varsa paşa torunundan iyisin. “Ya kalabalık bir dünyanın açgözlü insanları” diyecek dış ses. Dinlemeyeceksin, görmezden geleceksin, değil bir bardak su Allah’ın selamını bile beklemeyeceksin. Her koyun kendini kurt sanacak, her kurt kendi bacağından asılacak, kurt koyunu yediğini sanarken koyun masal kahramanı sandığı kurdun vahşiliğiyle tanışacak. Kimin umurunda aylardan temmuz ya da ağustos, mevsimlerden kış güz kimin umurunda? Sahi bu günlerde sizin oralarda orta yaşlı seksen okka bir aptal kaç paraya satılıyor? Ne demişti deniz kenarında ki o amca; bir yaz güneşi içini karartır, bin kış yaşasan eski beyazlığına kavuşamazsın.

Her seferinde yaşlı amcalar haklı çıkıyor, her seferinde kötülük kazanıyor. Şu boktan dünyada sırf mutlu olalım diye en sevdiklerimiz gözyaşı döküyor ama yine de yaranamıyor bize. Hırs öylesine gözümüzü kör etmiş, öylesine kontrolden çıkmışız ki yarın pişman olacağımız şeyler için bugün kırıp dökmekten geri kalınmıyor. Battıkça batıyoruz bir zamanlar başköşesine kurulduğumuz gönüllerin külle kaplı derinliklerinde.  Çünkü biz herkes için en iyisini biliyoruz, çünkü herkes kötü bir biz iyiyiz, çünkü biz evetlere o kadar alışmışız ki hayırları kötü yüzlü gavur gibi görüyoruz. Her şeye rağmen eskilerin yerine yenileri koyamayacağımızı bilsek de devam ediyor hayat.  Ve mikrofonu alıyor eline Ata Demirer; küçük kurbağa küçük kurbağa kuyruğun nerede, kuyruğum yok kuyruğum yok yüzerim derede… Ve bir daha anlıyoruz ki biz kirletmeseydik dünya temiz kalacaktı.

Giderken uçak biletlerinin uçuk fiyatta olması ve kara yolculuğunu sevmem dolayısıyla otobüse bilet aldım. Ama unutmuşum İstanbul Trabzon arasının on altı saat sürdüğünü. Sefil bir yolculuk sonunda ulaştığım memlekette beni bekleyen tek iyi şey lavaş pideyle dürüm yapılmış tavuk döner ve dalından koparıp yediğim domateslermiş. Bir de kardeşimin dertlenmiş biraz, Çiğdem. Onu dinledim keyifle. Bizim oralarda kardeşlerin dertleşmesi pek sık rastlanan bir şey değildir. Herkes mükemmel kardeştir, sorsan herkes bilir diğerini a’dan z’ye. Ama gel gör ki kaç kardeş sarılmıştır birbirine sevgiyle, kaçı omzunu sığınak etmiştir diğerine.  Dönüşte uçak tercih edecektim güya ama şehirden bir an önce kurtulmak isteyen tek kişi ben değilmişim! Sabah internetten baktığımda Cuma ve cumartesi uçakların hepsi doluydu. Yetmezmiş gibi otobüslerde de yer yoktu. Rize’nin adında lüks kelimesi olan bir firmasının ikinci sınıf otobüsünün en arka koltuğundan bulduğum yerle öğlen vakti girdiğim yol sabahın erken saatlerinde İstanbul’da son buldu. Otobüsün içerisindeki çocuk bahçesi, eşek kadar adamların curcunası, pirinç almak için girilen ters yollar, her çişi gelen için verilen molalar benim aptallığımın hanesine yazılmaktan öteye gitmedi. Siz siz olun macera için mecbur kalmadıkça otobüsle uzun yola gitmeyin. Babanız için bile olsa!

D&R'dan satın almak için tıklayın         

KİTAPYURDU'ndan satın almak için tıklayın

 

GELEMEM ARTIK KIZIM - 30.08.2014

128 kere okundu

Var olmak o kadar da hafif değil, soğuk kış gecelerinde ya da uzun yaz günlerinde akşama doğru… Ne var ne yok etmişiz içine, ağırlığı üstümüzde, parmak izlerimiz maktulün can evinde. İkisinde de iyi gider çay, birinde içini ısıtır diğerinde hararetini alır. İkisinde de düşer akla ağır olan ne varsa, suçluluk duygusu, gelecek korkusu. Her katil dönermiş suç işlediği yere, bizim suçumuz dönülecek yer bırakmıyor ardımızda.

Var olmak o kadar da hafif değil. Harala gürele yaşıyoruz hayatı. Ölene kadar huzur yok son kullanma tarihini türlü yöntemlerle uzatmaya çalıştığımız gövdemize. Gözlerimin kenarında kazayağından yadigâr izler. Yaşlanıyormuşum… Oysa on altısındayım henüz. Daha yeni başladım liseye, ilk aşkımla tanışmadım bile. Ne ihaneti yaşadım ne ihanet ettim, dünya temiz bir yer ve şimdiki gibi hızlı geçmiyor zaman.

Bir kere yoldan çıkmayagör, dönemiyorsun bir daha. İlk kazık attığın dost, ilk aldattığın sevgili, ilk kırdığın kalp, ilk söylediğin kötü söz… Bir kez başlamaya gör, duramıyorsun bir daha. Kırdığın her kalpte kırılıyor, aldattığın her gönülde aldanıyorsun. Her kötü söz canını acıtıyor, her dost içindeki insandan bir parça alıp dönmemek üzere uzaklara gidiyor. Bir kez gitmeyegörsün iyi olan ne varsa, bir daha geri dönmüyor.

Tadını çıkart, hava atma diyor Pınar. İstanbul’da yaşasak da ayda yılda bir gidiyoruz konsere tiyatroya. O da Devrim sağ olsun, arkadaşımızı seyredecek olmasak düşmeyecek yolumuz salonlara. Güzel olmayan ne varsa güzel olanların olması gereken yerde. Zamanımızı veriyor ve hiç işimize yaramayacak şeyleri alıyoruz. Muhtemelen bir gün hiç işimize yaramayan şeyleri verip zamanımızı geri almak isteyeceğiz ama nafile. İş işten geçmiş olacak.  

Son zamanlarda sıkıcı olmaya başladı yazıların diyor Orhan. Bilse ne kadar yazmak istemediğimi, bilse cümlelerden iğrendiğimi. Konuşmaya başlamadı daha Eylül, susmayı öğrense önce. Az laf çok huzur olduğunu öğrendiğinde susması gereken zamanlarda konuşmuş olacak çünkü. Çok laf verip az huzurla doldurmuş olacak çıkınını. Üç maymunun üçü de güzel. Kandırıyorlar bizi. Kim duydu diye mutlu olmuş, kim gördükleriyle huzur bulmuş, kim konuşmuş da olmamış pişman! Üç maymunun üçü de iyidir aslında; konuşmadan önce susmayı, görmeden önce gözlerini yummayı, duymadan önce kulaklarını kapamayı öğrenmeli insan. Son zamanlarda sıkıcı olmaya başladı yazıların diyor Orhan, tadını çıkart diyor Pınar, “del, del” diyor Eylül. Gelemem artık kızım, çok uzağa gittim onlara uyup. Sakın gelme peşimden, kötü buralar!

D&R'dan satın almak için tıklayın         

KİTAPYURDU'ndan satın almak için tıklayın