DENEME BİR - İKİ - 7.01.2018

2 kere okundu

Olacakları önceden bilmenin ne anlamı vardı. Tadı kaçmaz mıydı yaşananların. Hem hesap kitap girerdi işin içine. Oysa hiç tarzı değildi. Hatta hesapçı ne kadar hergele, ne kadar sürtük varsa uzak dururdu. Fırsat bulunca iğneli cümleler kurar, sevmediğini hissettirirdi. Oldum olası sevmemişti matematiği, mutsuzluktan başka hiçbir işine yaramazdı. Kafasını karıştırma çocuğun dendiğinde aldırmamıştı. Üçten sonra yedi gelir demişti, sonra on iki, sonra bir… İşe yaramamıştı ama, daha beş yaşında arabanın arka koltuğunda kendi kendine kırktan geriye doğru sayan kızına aynadan bakıp önce tebessüm etmiş, sonra da üzülmüştü.

Canısı yine doluydu, şişenin dibini görüyordu ev kaçkınları. Kısa sürede olsa bir şeyleri unutuyor olmalıydı insanlar içeride. Kapıda duran taksi sarhoş müşterileri eve taşıyacaktı. Kazıklıyor mudur acaba adamcağızları, taksimetreyi açıyor muydu hareket edince. Hiç öğrenemeyecekti bunu. Çınar Kulüp’ün de önünde bir dolu araba vardı. Cumartesi gecesiydi normaldi… Muhabbeti olmasa yenilir yutulur şey değildi rakı. Ama sevince sırf göz değildi yetilerini kaybeden belli ki, damak da kıçı başı kaybediyordu.  Arabayı sağa çekip kontağı kapattı. Açıktı dürümcü.

-bana bir tane tavuk şiş, bir de ayran.

Gecenin birine kadar açıksa iş yapıyor olmalıydı. Hayat zor, kuşlar bile uçmaya ara vermiş. Karanlık bir yandan, soğuk bir yandan.  Ne işim var bu boktan şehirde dedi milyonuncu kez. Mangalın başındaki adamın elindeki bardağa baktı.

-hiç olmuyor, çay demlemekten de bıktım

-efendim abi

-yok bişey

İyisini o da anlıyordu ama en iyisini ya da daha iyisini pek ayırt edemiyordu. Yoktu yemeğe dair alengirli zevkleri, tutkuları. Tavuk döneriydi o, köfte ekmekçi. Hatta okuduğu meslek lisesinin yanındaki fırının içinde kıymaya rastlanmayan hamur olmuş lahmacunlarına bile bayılırdı. Olsaydı ne güzel yenirdi diye geçirdi aklından. Yirmi yıl öncesine dönebilse ilk öğlen arasında ya lahmacun yerdi ya da stadın yanındaki Şampiyon Büfe’den bol soğanlı köfte ekmek. Yanında Ceyhun, Ziya, Okan… On iki lira tavuk şiş, 2 lira ayran. Ödedi ve çıktı. Sabaha çok vardı, uykusu da vardı.

Kahve alışkanlığı kazanmaya başlamıştı. Üçü bir aradan vazgeçmesine çok az kalmıştı. Filtre kahvenin tadını almaya başlamıştı. Ulan çalgıcı dedi içinden, başıma iş çıkartıyorsun. Yatmadan bir kahve mi içsem dedi kendi kendine. Kitap da okumak istiyordu… Çok şey yapmak istiyordu ama hiçbir şey için fırsat bulamıyordu. Ne bok yemeye geliniyordu ki bu dünyaya. İçsen dert, kumar oynasan dert, sevişsen dert. Kendin için ne yapsan sorun çıkıyordu. Şarkı söylesen dinleyen olmazdı, yazsan okuyan bulunmazdı. Gezsen işten atarlardı, sevsen pişman ederdi sevdiğin.

Uyuyunca geçmeyen dertleri vardı insanların ama yine de uyumak en iyisiydi. Kimseye zararı yoktu uyumanın. Yarı ölüsün; uyanana kadar ne dert var ne tasa. Bir kahve mi yapsaydı kendine. Kahveyi yudumlarken elindeki kitabı mı bitirseydi. Okumak da büyük sıkıntı. Hadi üç yüz, beş yüz sayfalar oku oku bitmiyor ama yüz sayfalık kitabın bitmemek için gösterdiği inadı anlamak mümkün değildi.

Anahtarı kilide sokup sola çevirdi, her zamanki gıcırtısıyla açıldı kapı ve her zamanki gıcırtısıyla kapandı. Kendisini bile sürekli ihmal eden bir insandan kapının menteşelerini yağlamasını beklemek iyimserlik olurdu. Hoş geldin dedi kendi kendine, dönüp dolaşıp geri döndün, hoş geldin.

HİÇ GİTME - 8.01.2018

16 kere okundu

Sevecek onca şey varken biz tutup hiç olmayacak olanı severiz. Acı çekmeyi, olmayacak olanı oldurmaya çalışmayı severiz. Severiz de ne geçer elimize, koca bir hiç. Siktir et oğlum dedi içinden. Sabah sabah bu mu geldi aklına. Güneş doğalı çok olmuştu, dışarıdan araba sesleri geliyordu kesik kesik. En güzel şeyin yatak olduğuna inanırdı, bir keresinde aklı olan yataktan çıkmaz diye yazmıştı defterine. Ama kahvaltı yapsa fena olmazdı. Çay demlese, gidip simit alsa, taze ekmek alsa mutlu bile olabilirdi.

Sol tarafından kalktı yatağın her zamanki gibi. Gardırobun sürgülü kapısını açıp eski pantolonlarından birini giydi. Üzerindeki tişörtü değiştirmesi gerekmiyordu. Görücüye çıkmayacaktı sonuçta. Sığır simitçiye güzel göründü diye bir lira yirmi beş kuruşluk simidi ona bir liraya vermeyecektiler. Banyoya gidip yüzüne su vurdu, soğuk su. Damağındaki çamur tadını gidermenin iki yolu vardı. Biri diş fırçalamak, diğeri ağzına bir şeyler açmak. Buzdolabına açtı, tabağın içerisinde çeri domatesleri vardı. Üzerine mont alıp sokağa çıktı.

- Bu kış kar yağmayacak sanırım. Ocağın ortasına geldik ama havalar eylül ekimi aratmıyor.

-sen şom ağzını açtın ya, yarın sabah karla uyanırsın uykudan.

Kendisiyle sohbeti kısa sürdü. Güzel havayı gören insanlar sokağı doldurmuştu. Sakın oturmayın evinizde. Bok var sokakta. Kalabalık yapın, bıktırın diğerlerini. Yaşanmaz kılın güzelim şehri. İnsanları sevmemek için milyonlarca sebebi vardı ama ona iki tanesi yetiyordu. Birincisi kalabalık yapmalarıydı. Boş sokaklar garip görünürdü eyvallah ama bu kadar insana da gerek yoktu. Ya köylerine dönsünlerdi ya da deprem olsundu. Savaşa da razı olabilirdi ama kavga gürültüyü sevmiyordu. Bi sevişirken insanlıktan çıkılıyordu, bir de kavga ederken. İnsan kalmayı önemsiyordu. Bir de bol susamlı İzmit Simidini.

Hanne doluydu yine. Bu Rizeliler kendilerini Fransız sanmaya başladığından beri fırınları kafeye çevirmiş, ekmekten başka her şeyi yapar olmuştu. Ulan sen Rizelisin, ne işin var çapatayla, frambuazlı pastayla. Bırak İtalyan yapsın çapatayı. Kürekle sal hamuru taş fırına, güzel güzel yap ekmeğini. Bırak alengirli işlerle başkası uğraşsın. Ama ortada para vardı ve başkasının olmamalıydı. Para da çok boktan şeydi. Ama parasını vermezsen simitçiden bile simit alamıyordun.

-İki simit ama fazla kızarmış omasın.

Niyeyse susamları kararana kadar fırında tutuyordu simidi Atalar Simit Fırını. Her seferinde çok kızarmış olmasın demek zorunda kalıyordu. Aslında yanık olmasın demek istiyordu ama nezaket işte. Hiç huyu değildi aslında ama keyif kaçırmanın da anlamı yoktu. Hele de Pazar sabahları.

Dün gece arabasını çizdiği adam geldi aklına. Gece vakti eve döndüğünde garaj kapısının önünde görmüştü onu. Arabasını çizdikten hemen sonra... Allahtan adam onu görmemişti, onu görmüşse bile arabasının çizildiğini fark etmemişti. Yoksa hiç yoktan kavga etmek zorunda kalacaktı. Üstelik çok da haklı sayılmazdı. Ama o adam da garaj kapısının önüne çekmesindi arabasını. Hayvanat bahçesine dönmüş koca şehirde her hayvana katlanmak zorunda değildi. Düşüncesizliğe katlanamıyordu. Çağın en büyük sorunuydu bu. Duyguluyduk, ota boka ağlıyorduk ama duyarsızdık. Duyarlılıktan kasıt kapının önüne çekilen arabayı çizmek değildi. Hayvanlığa hayvanlıkla karşılık vermekti bu. Bazen yapmak gerekiyordu.

Simit fırınından çıkıp Hanne’ye girdi. Tezgâhtaki elemanlar hep değişiyordu. Sahibi Rizeliydi biliyordu ama bu oğlanlar hiç Rizeli gibi durmuyordu.

-Şuradakinin yarısını veriri misin?

-dilimleyeyim mi?

-evet

Ne çok çeşit vardı. Osmanlı ekmeğinden tahıllı ekmeğe, Budapeşte’den kurokanlı pastaya kadar onlarca değişik ürün. Sonra gel de götü göbeği küçük tut. Bunlar varken fit kalmak mümkün değildi. Yine kızdı fırıncılara, ibneler dedi içinden. İki lira elli kuruş verip çıktı.

Peynirci Baba’nın önünden geçerken tereyağı geldi aklına. Eskiden Trabzon’dan tereyağı isteyenlere buradan tereyağı alıp Trabzon’dan getirdim derdi. Kendi bile marketten aldığı yağı kullanırken bin kilometre uzaktan birilerine tereyağı getirmek çok aptalcaydı. Bir fark da yoktu aralarında. Sanki köyde üretiliyordu getireceği yağ. İkisi de fabrika yağıydı. Hem köyde üretse bile temiz mi pis mi bilmiyordu. Boş işlerle geçiyordu insanların hayatı. Zıkkımlan işte; ha Trabzon tereyağı, ha Sütaş’ın tereyağı. Anlasalar gam yemeyecekti. Laf olsundu hep. Kendi mutfaklarında kimi kandırdıklarını sanıyorsalar artık…

Çay demlenmiş olmalıydı. Hızla indiği sokağı yavaş adımlarla çıkarken yanından geçen insanlara bakıyordu. Hep yapardı bunu, otlarını boklarını irdelerdi sektirmeden. Niye bu kadar boyanmıştı şu geri zekâlı kadın. Şu aptal adamın pantolonunun hali neydi. Garip garip şeyler giyiyordular moda diye. Ulan sen kim moda kim, ayna diye kasabın camına baksan cam kırılır. Senin yerinde olsam evde durur insan içine çıkmazdım diye geçirdi içinden. Gerçi insan içine de çıktığı yoktu pek. Manavın fiyatları yine maşallahlıktı. Mandalinasın sen ibne, kilon beş lira eder mi? Köy geldi aklına, Aşağıkiler’in mandalinaları geldi. Artık kendi bahçelerinde de bir dolu vardı ama o gidemiyordu. Yazları sadece birkaç gün... Çünkü kendi dünyasını kurtarmakla meşguldü. Bok vardı, sıkışıp kalmıştı şu koca şehre.

Herkesin dilinde aynı şarkı; Ege’ye yerleşmek istiyorum… Ama kimsenin gittiği yoktu. Gitmedikleri gibi daha da yerleşiyorlardı gün geçtikçe. Elini cebine soktu, unutmuştu telefonunu. Rehberden numarayı bulup yeşil tuşa bastı. Alo dedi karşıdaki ses. Ne yapıyorsun dedi. Hiç dedi yine karşıdaki ses, arkadaşın yanına geçiyorum. Siktir et arkadaşı dedi, hadi Ege’ye kaçalım. Eve kadar devam etti konuşma. Kapatıyorum ben, eve geldim dedi.

Hiç sevmezdi aslında kahvaltı yapmayı. Ufacık şeylerle uzun uzun zaman harcamak hiç ona göre değildi. Çorbacıydı o. Sabahları çorba içilerdi. Kahvaltı sabahları keyif işiydi ama o bu zamanları uyuyarak kullanmayı tercih ederdi. Uyumak güzeldi, her şeyden olmasa bile bir dolu şeyden güzeldi. Pişman oldu yataktan çıktığına. Simit aldığına, çay demlediğine... Tatil günlerinde kafasını kullanmayı sevmezdi. Ama bir dolu şeye kafa yormuştu iki adımlık yolda. Kızdı kendine, söylendi...

-Ege’ye de bu kafayı götüreceksen hiç gitme. Bari bırak orası huzurlu kalsın.

ISLANMANIN NESİ KÖTÜ - 10.01.2018

15 kere okundu

Ben o dediğiniz cümleleri yazamam hanımefendi dedi. Ben sandığınız gibi birisi değilim. Sandığınız kadar iyi değilim. İçimden gelirse yazabiliyorum sadece. Öyle oturup belli bir konuda ahkâm kesecek vasfım yok, olmadı da hiç…

Kadın inanmayacak oldu ama hemen kaldırdı elini, avucunun içini gösterip dur dedi kadına. Benden buraya kadar dedi. Yorulmak istemiyordu. Yeterince yaşamıştı ve artık kendisini akıntıya bırakmak istiyordu. Camdan dışarı baktı. Sabahtan beri yağsın diye bekliyordu. Nihayet başlamıştı. Mahallenin en büyük marketinin yanından minibüs yoluna doğru akmaya başlamıştı yağmur suları. Yağmurluğunu alıp çıktı. Nereye gideceğine su karar verecekti.

On dört on beş yaşlarında, henüz köyde yaşarken dışarıdaki sağanağa aldırmadan bahçeye atmıştı çıplak gövdesini. Hasta olacaksın gir içeri diye az laf işitmemişti annesinden. Doğanın kanunuydu bu. Güzel olan ne varsa ya bedene zarar veriyordu ya ruha. “Ruh dediğin bir garip serçe, kafes benim neyime” dedi kendi kendine…

Niye kaçıyordu insanlar yağmurdan. Islanmanın nesi kötüydü. Puslu havayı sevmek için kurt mu olmak gerekiyordu. Ah bu çakallar ah… Oysa ne çok şey söyler dinleyene kötü havalar.

-Ben bu havalarda kendim oldum.

-Ne oldun

-Islandım

-Yağmurdan mı?

-Yağmur mu var

-Yağıyor ya

-3 tane tadelle?

-6 Lira

-İyi işler

Herkesin aynı dili konuşmuyor olması o kadar da kötü değildi. Hatta bazen eğlenceli bile olabiliyordu. Adını bilmediği Niğdeli bakkal ardından şaşkın şaşkın bakarken o serseri bir tebessümle ıslak Arnavut Kaldırımına geri dönmüştü. Adımları sıklaştıkça közde tavukçu, Çağrı Pastanesi, Komagene Çiğ köftecisi ağır çekimde oynayan bir film şeridi gibi geçiyordu gözünün ucundan.

Yoldan karşıya geçip sola döndü. Köfteci yine doluydu, minibüsler hızla geçiyordu yanından, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin ambarlarını andıran izbe bina yine bir başına… Telefonu cebinden çıkartıp saate baktı. Altıyı geçmişti. Bankanın önünden üç tane zırhlı minibüs vardı. Hep orada olurdular. Alt geçide yöneldi. Midye satan çocukla göz göze geldi. Müşterisi değildi, biliyordu çocuk. İkisi de çevirdi kafasını. Abisi olsa elli tane yeter mi derdi. Tamam, midye dolma güzeldi ama abartmanın da anlamı yoktu. Annesi hiç sevmezdi. İstavrit güzeldi, mezgit ya da hamsi güzeldi. Hatta zaman zaman palamuda bile evet derdi ama midye yenmezdi. Günah bile olabilirdi! Gerçi bu ne annesinin önceliğiydi ne de abisi ve onun çok umursayacağı bir durumdu. Esselamün aleyküm ve rahmetullah deyip sağa çevirdi kafasını, sonra bir kez daha esselamün aleyküm ve rahmetullah deyip sola. Sırıtıyordu…

MAHZUNİ´YE SAYGI - 11.01.2018

12 kere okundu

Hayalin düğünü, töresi bir hoş diyor Ozan; bu esnada Hancı da sarhoş yolcu da. Sabahın kör vakti kalkıp geldiğim işte Mahzuni Şerif için yapılan albüm ile modumu Irmak Ağzı’ndan, Zivara’nın tepelerine taşıyorum. Taşımaya çalışıyorum... İkisini de bilmeyen siz cahiller için açıklama yapma gereği duymayacağım. Hem ben karanlık seviyorum belki; aymasın gün, günaydın demeyin bana. Kimseler görmeden gizli gizli bir ihtimal… Bu da Haydar ile ilgili bir konu ama buna da çoğunuzun aklınız ermeyecek çok şükür.

Çoğunuz dediysem en fazla bir kaç yüz kişiye ulaşacak bu satırların o kadar da önemli olmadığını saçmalıklarımı barındıran cümlelerden anlamışsınızdır umarım. En azından bu kadarını anlamışsınızdır umarım! Kendinize saygınızı kaybetmemek adına...  Günaydın yok, bu konuda anlaşalım.

Sanayide kalifiye eleman bulmak çok zormuş artık. Küçük canlılarla dolu bu ortamda da kalifiye eleman yok. Bir yere mi gittiler yoksa artık gelmiyorlar mı anlamak mümkün değil. Aynı kişi sanayinin yanı başında ki kocaman imam hatip lisesinin varlığından şikâyet ediyor. İçindeki malzeme kafayı üzerinde tuhaf şekillerdeki saçları sergilemekten başka işe yaramayan bir cisim olarak gördüğü sürece ha fen lisesi, ha imam hatip fark etmiyor sanırım. Malzemeden kasıt küçük canlılar, anlamayanlar için yazıyorum bunu. Gerçi üç Kulhuvallah bir Elham okuyunca çalışacak torna tezgâhının yapımı konusunda çalışmalar olduğu dedikoduları da kulaktan kulağa dolaşmıyor değil. Önyargılarımızdan kurtulup beklemekte yarar var. Ben okumusam ki çok pişmanım okuduğuma lokantacı olurdum. Yiyenin keyif aldığı yemekleri yapmak harika bir şey. Üstelik karşılığında para da alacaksın. Kırk yıldır okurum ama sırf okudum diye kimse beş kuruş vermedi bana. Bilmem anlatabildim mi?

Kış günü kar yağar ama havalar bile bir alem. Doğa ana sonbaharda kaldı kış olamadı henüz. Adam olamadın gitti zevzek diyor kadının biri hoparlörden. Adam konusunu üzerime alınmıyorum ama zevzeklik konusunda şüphelerim var. Sizden yana da şüphelerim var. Netleşmek için memleket değiştirmeyi düşünüyorum. Çözemeyeceğin sorunlardan kaçarak kurtul diyor ferrarisini satan bilge.

Yer karası yapar, fare kapanıyla serçe yakalardık. O zamanların otuz serçesi şimdinin üç liralık tavuk döneri etmezdi. Vahşet yani, katliam. Kötü insanlarız biz, çocukluktan öyle yetiştik. Muhtemelen aynı zamanlarda hayat kısa diye yazıyordu şair, kuşlar uçuyor… Ama ne mümkün, kar, kış, kıyamet. Yerde yer karası, yer karasında fare kapanı. Dedemin evinin camından bakıyoruz abim ve ben. Aklımız karatavukta ama payımıza hep serçe düşüyor. Umurumuzda değil, daha şiir okumaya başlamamışız. Hayat kısa ve bizim serçelerle kötü bir mazimiz var.

BİR KAĞIT ÜZERİNE - 14.01.2018

15 kere okundu

-Kuralların yazılı olduğu kâğıt mı o?
-Evet.
-Yazdınız mı?
-Evet, lazım mıydı ki?
-Torbanın içine koyacaktım.

Yirmi beş yaşındasın sen diye geçirdi içinden, neyin işgüzarlığıydı bu? Kime ne yararı vardı bu aptalca tavrın!

-Poşete konmaz ki o, çöpe atılır.

Kötü davranmak istemiyordu. Ne gerek vardı sabah sabah. Üstelik bu yeni yetmeden başka kimsenin umursamadığı bir kâğıt için…

-Ben koyuyorum, ayrıca sorumlu da benim.

Popomun sorumlusu dedi duyulmayan bir sesle. Ama savaş baltalarını kuşanmak yerine olgun davranmayı seçti. Tarzı değildi hiç!

-İstersen bulayım bir tane senin için?
-Lütfen…

Kalktı, dışarı çıkıp yan salona geçti. Sabah tanıştığı sakallı adama masanın üzerine terkedilmiş kâğıt için alabilir miyim, bir şeyler yazacağım dedi. Çöpe gidecekti kâğıt sonuçta. Üniversiteden gelen zibidiye lazımmış demedi. Alıp bir tarafına, pardon poşete sokacak demedi. Gülüştüler sadece. Biraz önceki doksan dakika muhabbetinin sıcaklığı kaybolmamıştı henüz. Alaycı bir suratla geri döndü sınıfa. Kâğıdı kadına uzattı.

-Bulabildiniz mi
-Evet… Çöpten aldım!

Yüzü değişti kadının, kızardı biraz, kaçtı keyfi. Fark etti yediği haltı; belki doğru, belki yanlıştı ama kötü hissettirdiği kesindi. Konuşmadılar bir daha. Bir buçuk saat boyunca göz göze bile gelmediler. Ayrılırken birbirlerine iyi günler demediler, teşekkür etmediler…

İnsanlar tuhaftı. Doğru sandıkları gereksiz mevzularla sadece kendi canlarını değil etraflarındakileri de sıkabiliyordular. Takmadı kafasına pek, ne ilkti ne de sonuncu olacaktı. Çiseleyen yağmur altında arabasına yürüdü. Anahtarı çevirip motorun sesini duydu. Dikiz aynasından gerisini kontrol etti. Ortaca’dan Özer gelmişti, Orhan ile telefonlaşmıştı sınavdan önce. Bir şeyler içecektiler. Soğuktu hava, kış kendini hissettirmeye başlamıştı nihayet.

ANNEYİM BEN - 27.01.2018

17 kere okundu

Anneyim ben dedi, her şeyden önce anneyim, bir sor dedi niye yaptığımı. Yok dedim, olmaz… Soramam. Ben bir tane anne tanırım. Sormadı kim diye. Sorsana dedim, bir sor kim diye. Sormadı. Tekrarladım, bir sor… Kim dedi. Tahmin et dedim. Ben mi dedi. Hayır dedim. Güldü… Gülce mi dedi. Evet dedim. Saat kaç dedi. Bilgisayarın sağ alt köşesine baktım, sıfır üç elli dokuzu gösteriyordu. Dört dedim. Gerçekten mi dedi. Hayır dedim, yalancı dört. Çünkü en güzel yalanları ben söylerdim ve bir dakikayı kimse anlamazdı. Gerçi dördü bir dakika geçmiş olabilir biz konuşurken diye devam ettim.

Hiç dakik değilsinizdir bilirim sizi. Geçtim üç beş dakikadan, birkaç saat, hatta birkaç gün bile önemsizdir bazen. Birkaç yıl, hatta bir ömür geç kalanlarınıza bile rastlanır zaman zaman. Siz ne kadar önem veriyorsanız o kadar önemlidir, siz ne kadar umursuyorsanız o kadar umursanmalıdır. Bekliyordur belki bir dost, bir kardeş, bir sevgili… İş bekliyordur belki, sözler verilmiştir tutulacağı düşünülerek. Belki kendinizi bekliyorsunuzdur bir yerden başlasın diye! Ama siz sözlerinizde de durmazsınız. Çünkü kurallar değişmiştir. Kanun değildir verilen her sözde durmak. Her beklentiye cevap vermek gerekli değildir. Dilde yoktur kemik, söz anlamını yitirmiştir sükût unutulalı. Cımbızla ayıklamaya çalışsan da nafiledir. Bini bir paradır kelimenin, cümleler desen süslü süssüz ortalıkta dolanır durur. Konuştuklarıma aldırmayın, sustuklarıma da aldırmayın. Aldırmayın siz bana. Sizin gibiyim ben de, her köşe başında karşınıza çıkabilirim, her sokakta yürürken görebilirsiniz beni. Kahvemi yudumlarken yalanlar söylerim, yudum yudum akar giderim dudaklarınızın arasından. Uzamaz boyunuz dinleseniz, konuşsanız umurum olmaz.

Oysa umursamalı insan insanı. Kim demiş iyisi yoktur diye. Vardır elbet, olmalıdır. Olmalıdır ki yaşamaya değer olsun bu ev, bu mahalle, bu semt, İstanbul… Olmalıdır ki farkı olsun akıl bahşedilenle bahşedilmeyenin. Yok öyle rüzgâra göre savrulmak, ekmek atılan kapıya koşmak yok. Olmalı farkı deniz kenarları boş kalmasın diye dikilen selviden, başıboş kediden, köpekten. Benim sizi umursamıyor olmam sizin birbirinizi umursamıyor olmanız gerçeğini değiştiriyor olmalı. Yanlış biliyor olmalıyım. Haksız çıkmalıyım defalarca. Vazgeçmeliyim kibrimden. Üç gün birbirinizi görmediğinizde sevgiyle kucaklaşmanıza burun kıvırmamalıyım. İnanmalıyım size, samimiyetinize.

Oysa umursamalı insan insanı; seviyorsa seviyorum demeli, sevmiyorsa seviyorum dememeli. Kim demiş iyisi yoktur diye; yalan olmalı... Durulmayan sözler, kolayca silinen izler, artık dost olamayan dostlar, kardeş kalamayan kardeşler birikmemeli. Kimse pişman olmamalı büyüdü diye. Kimse iç çekmemeli içine çekilince.

Saat kaç dedi yine. Ne önemi var dedim, sabah olmak üzere, ezan okunur az sonra. Acıdı mı boynun kesilirken dedi, eliyle yarama dokunmak için uzandı. Acıyordu, izin vermedim. Duymadım ki, uyuyordum dedim.  Biz de uyuyalım mı artık dedi. Özür dilerim dedim. Sebebini sormadı. Hep biliyordu yalan söylediğimi. İnsan en çok sevdiğini üzer dedi. Biliyorum dedim. Kötü şeydir bilmek dedi. Onu da biliyorum dedim. Ben bilmeseydim keşke dedi. Sat dört buçuk dedim… Haklısın, uyuyalım artık.