DÜŞMAN TOPRAKLARI - 2.05.2016
29 kere okundu
Düşman topraklarında yalınayak bir dervişim, ne çıkınımda ekmeğim var ne kırbamda su. Uçan kuşun da umru değilim, geçen kervanın da. Mevsim güz aylardan kasım. Mevsim güz aylardan kasım. Mevsim güz, aylardan yaprak yaprak dökülüyorum. Önce eylülden geçtim sonra ekimden, şimdi sıra kasımda. Yollarında sarardım yaprak yaprak üşüdüm ve dökülüyorum. Ayaklarımdan başladım üşümeye. Öyle derdi annem küçükken, sıcak tut ayağını derdi. Ayağı üşüdü mü her şeyi üşürmüş insanın. Düşman topraklarındayım yalınayak. Aklımda memleket üşüdü, sana olan sevdam üşüdü, parmaklarımı acıtan toprak üşüdü. En kötüsü de umdum… Ayaklarımdan başladım üşümeye umuduma kadar. Dizlerimde takat kalmadı, gönlümde heves. Yüreğime kadar işledi soğuk, yüreğimde sevdan üşüdü.
Toprak ıslanınca çamura döner yüzünü. Topraktan ve sudan yaratıldı insan. Siyahla beyaz karışmadı birbirine önce, iyi iyi kaldı, kötülüğe öykünmedi. Yağmurlar mı arttı, karanlık mı çöktü bilinmez; toprak ıslandı, siyah alacalandı. Bir heves yağmurdan, sudan sebep bir heves... Ne heves kaldı yollarda ne huzur, bir hevestin hevesim kursağımda kaldı. Çıkın boşaldı günden güne, kırbam suya küs. Mevsim soğuk, mevsim kış tadında güz!
Düşman toprağında ölüler gördüm, seni gördüm yaralı suratlarda. Kan akıyordu içinden, ölüp ölüp diriliyordun her seferinde. Her seferinde yeni bir sen diye yola çıkıp yine aynı sen oluyordun. Soğuk yolu sıcak sanıyordun, ekimi mayıs, daldan düşen yaprağı lilyum ya da papatya. Siyahın her tonu maviye çalıyordu, sevdiğin her renk sevmediğin bir kapıyı açıyordu. Dünya o kadar da ölünecek bir yer değildi aslında. Tut işte düşman topraklarındayım, hem yüreğim üşüyor hem ayağım. Ölmüyorum, inadına yaşıyorum. Ne her ölen gider ne de her yaşayan kalır dünyada. Yaşamak için bir sebep ver bana, allayıp pullayıp geri vereyim sana.
Bir heves yağmurdan, sudan sebep bir heves… Düşman topraklarında yalınayak bir dervişim. Yaprak dökümünde ömrüm. Sarı da düştü gözümden kızıl da. Üşüyorum herkese inat, üşüyor ama belli etmiyorum.
NE ÇOK - 4.05.2016
2 kere okundu
Ne çok yağmur var, ne çok karanlık, ne çok gökyüzü. Ağlıyoruz hep, gülüyoruz. Ne çok susuyoruz, konuşuyoruz ne çok. Ne çok şeyi çözmeye çalışıp ne çok şeyi çözemiyoruz. Çok azız aslında farkında olmadan, üstelik ne çok yalnızız kalabalıkta. Tamdan yarımız, yarımdan çeyrek, bir araya gelsek bütüne ne çok uzağız. Eksiğiz ilk günden beri, son güne ne çok var farkında bile değiliz. Bilmeden yaşıyoruz her şeyi. Ve ne çok zannettiğimiz ne çok şey var azdan bile az. Oysa bizim olmayan neye baksak gözümüzde yalancı bir resim bolluktan yana ne çok; ve neye baksak kendimizde kıtlıktan yana başka bir resim ne çok. Ne çok yağmur var, ıslandık ama anlamadık ne çok. Karanlıkta aydınlığı aramak varken aydınlıkta karanlık bulmuşuz ne çok.
Kimimiz yolcudur kimimiz hancı, bilinmez kimden gelir kime gideriz; görünen o ki yorgunuz ne çok. Hesaptan hep bunlar; işimiz gücümüz hesap ne çok. Tutmuyor üstelik hiçbiri; yapan da mutsuz yapmayan da. Giden de pişman kalan da. Ne çok yola girilip ne çok dönülüyor geri. Azın kıymetini bilmemeye başlamakla çıkmışız yoldan ne çok. Azdan az gider oysa; biz çok sandığımız azlardan harcamışız ne çok. Biz yoksuluz, yoksunuz değerini neyle ölçeceğimizi bilmediğimiz değerlerden. Uzak dura dura uzağında kalmışız ne çok. Güzel peşinde koşmaktan elimizdeki güzellikleri de soğutmuşuz kendimizden. Sonra soğukla ısınmaya çalışmış mutsuz olmuşuz ne çok.
Bir rüzgâr eser yaprağı daldan koparmak için. Yaprak dala sarılır ne çok. Rüzgâr inat eder ne çok. Çaresizdir dal, yazılmıştır kader ne çok. Akan suyun önünde geçeriz ne çok, esen rüzgâra karşı dururuz. Savrulup dik dururuz, düşeriz ve kalkarız, yara bere içinde kalır kanarız ne çok. Azızdır ama çok sanırız ne çok. Azı kararken çoğadır sevdamız. Sevdamız olur olmaz rüzgârlara kapılır gider ne çok. Daldan kopan yaprak ne çok. Her yerde yaprak ne çok. Sonbahar olsa gerek. Yaprak gibi düşer kalırız, eksilip hiçe yürürüz ne çok. Ders almak azdır, ders vermektir çok. Oysa zil çalar uzun uzun ne çok. Bitmiştir ders, savmıştır başından bizi gereksiz yere ciddiye aldığımız hayat ne çok. Zararın neresinden dönsek kardır ama biz zararı severiz bilmeden en çok. Hep ne çok sanırken hiçmiş oysa ne çok.
YÜZÜM DÜŞER YERLERE - 10.05.2016
16 kere okundu
Çalar sazlar o zaman, söz aranır müziğe. Ne bulunanların arasındadır aranan ne de aranmakla bulunur gibidir akılda olan. Temmuzda sonbahar beklemek gibi, soğuktan donarken güneşi özlemek gibidir; faydasızdır, nafiledir, hüzündür… Yığılır kapının önüne bir dolu kelime; sen kapıyı açmazsın, onlar da ısrar etmez girmek için. Memnundur herkes halinden. Bir senin sözlerin hayra alamet değildir. Herkes bilir ama kimse anlatamaz. Yüzün düşer yerlere; yüzüm yüzüne sevdalıdır, yüzüm düşer yerlere... Şimdi sen söyle bana nedir bu baharın derdi benle; çiçeklerim neden solar, kokuları kaybolur neden? Isınmaz havalar, güneş görünmez olur neden. Neden bu kadar zordur kolay olması gerekenler, gidenler neden bu kadar zordur. Her elveda dediğinde biraz daha ölürsün. Neden kalmak zordur? Bu baharın derdi nedir benle; neden düşürür yüzümü hep yerlere!
HAKLIYIZ ÇÜNKÜ - 28.05.2016
3 kere okundu
Saçma sapan bir oyunun içindeyiz. İncir çekirdeğini doldurmayan hayatlarımızı önemsemekle geçiriyoruz zamanımızı. Yaşlanıyoruz, sevmiyoruz yaşlanmayı. Gençliğimizi de bir şeyleri sevmemekle geçirdiğimizi fark etmemiz zaman alıyor. Şanssız olanlar, ya da daha şanslı olanlar mı demeliyim bilmiyorum bir ömür fark edemiyorlar bunu. Bu dediğim bir memleket mevzu; siyasetten tutun da aşka kadar ne ararsan var içinde.
İçimizi doldurduğumuz meselelerle zamanı boşa geçirmek için yarışıyoruz birbirimizle. En çok kazananımız ki en aptalımız oluyor bu kişi herkesten saygı bekliyor, gururla yürüyor kendine ayırılan zamanın sonuna doğru. Alnının aklığı da umurunda değil, hak hukuk da. İnsanlıktan bahsetmiyorum bile; dilimizden düşürmediğimiz bu “önemsiz” ayrıntıya bitpazarlarındaki eski paltoların ceplerinde rastlıyoruz ancak. Sararmış bir kâğıda yazılan birkaç cümlede insan olduğumuz geliyor aklımıza… “Sen nasıl istersen öyle olsun, ne zaman ihtiyacın olursa yanında olacağım. Unutma sakın! Sevgilerimle…” Uzun sürmüyor bu nostalji, birkaç bin vererek edindiğimiz akıllı telefonumuz aptal aptal çalıyor ve kendimiz oluyoruz yine.
Neyi yanlış yaptık diye düşünürken bile başkalarını suçlamakla başlıyoruz işe. O öyle yaptı diye biz böyleyiz çoğu zaman. O kötü diye biz kötüyüz, o acımasız diye bizim gaddarlığımız. Bize tokat atana yumruk attığımızı unutmak işimize geliyor. Ne hatalarımızdan ders çıkartıyoruz ne de aldığımız dersleri hayata geçirebiliyoruz. İncir çekirdeğinin içindeki boktan hayatımıza her gün yeni bir kısır döngü ekliyoruz. İçinden çıkamadığımız döngüleri ancak unutarak kırabiliyoruz. Zaman her şeye ilaç sanıyoruz ama aslında yaraları iyileştirmiyor, kötüye alışarak derman bulduğumuzu sanıyoruz.
Hakkımız olmayanı seviyoruz, rahatımızı seviyoruz, bencilliği seviyoruz, dedikoduyu seviyoruz… Kötü olan ne varsa seviyoruz. İyi olmak zor geliyor; açık sözlü olmak, empati yapmak, kanaat getirmek, hak ettiğinle yetinmek zor geliyor. Olmak istediğin yerle olduğun yer arasındaki mesafe ya da sahip olduklarınla sahip olmak istediklerin arasındaki fark kabul edilmesi gereken bir durumken kabul etmeyerek, daha çok emek vermeden daha çok isteyerek… Netice itibariyle bize ayırılan zamanın içine ederek yaşamaya çalışıyoruz. Yaşamak diyoruz buna içimizi göstermekten çekindiğimiz insanların yanında… Zayıflıklarımızı gösterirsek biliyoruz ki dışlayacaklar bizi. Güçlülerin dünyası bu. Doğal seleksiyon vahşi doğayı terk edip “medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarların” arasında gezinmektedir çünkü. İçimizi göstermekten çekinmediğimiz “o da varsa” üç beş kişiye ise sürekli şikâyet edip halimizden yakınıyoruz. Mutsuzuz çünkü. Çünkü elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz. Çünkü hep daha fazlasını istiyoruz. Çünkü mutluluğu daha fazlasını elde etmekle gerçekleştirilebilecek bir şey olarak tanımlamışız en içimizde. Çünkü hakkını vererek aptalız! Çünkü bravo bizi! Dönmeyiz yolumuzdan çünkü! Haklıyız çünkü, hep haklıyız, en azından diğerlerinden daha haklıyız çünkü!
HAYAT ŞARKISI - 29.05.2016
16 kere okundu
Eskimişiz anlamadan, zamana yenik düşe düşe savrulmuşuz bir kenara.
Yirmili yaşlarındaki kadın müziğin ritmine bırakıyor gövdesini; uzayıp inceliyor, bükülüp doğruluyor. Gözleri kapalı, olup bitenden uzak durmaya çalışıyor, mutluluğu sürecek müzik susana kadar.
Yuvarlanan futbol topunda kalıyor adamın aklı. Otuz yıl öncesi geliyor gözlerinin önüne. Plastik bir top ve peşinden koşturan sekiz on çocuk. Öylesine mutlular ki, kıyıp çeviremiyor gözlerini başka yere, top durana kadar devam ediyor özlem… Ne düşünüyorsun diye soruyor kadın, geleceği diyor adam. Ya yaşamadan ölseydik diyor. Kadın umursamıyor adamın sözlerini, ne sorduğunu, niye sorduğunu daha cümlesi bitmeden unutmuş oluyor zaten. Hep böyle kal diyor adam, denerim diyor kadın…
Saçlarını kestireceğini hiç düşünmezsiniz görseniz. Ama elinde makası ve tarağıyla yaklaşıyor kadın. Siyah bir örtüyü boynuna dolayıp saçlarını tarıyor. Usulca açılıp kapanıyor makasın ağzı, saçlar yere düşüyor usulca. Hüzünlü bir vedadan geriye kalanlarla kalkıp yürüyor adam. Omuzlarında ot uzlu yaşların yorgunluğu… Belki bir daha dinlenemeyecek, ezilip kaybolacak çarkların arasında. Kısa bir öykü hayat denilen şey, eline yüzüne bulaştırmadan yaşamayı beceremeyecek. Belki de…
Adam ölüm döşeğindedir ve kadın şöyle der; “Ben aslında papatya severdim ama sen hep…” Adam ölüm döşeğindedir ve siz ne deseniz çok ağır gelecektir. Adam ölüm döşeğindedir ve siz ne deseniz umurunda olmayacaktır. Adam ölüm döşeğindedir ve kadına şöyle der; “kendine iyi bak.”
O kadar benciliz ki, o kadar ilgiliyiz ki kendimizle başkasına ayıracak yeterince zamanımız olmuyor hiç. Ya kendimiz için gereğinden fazla zaman ayırıp öldürüyoruz ya da gereğinden az zaman harcayıp solduruyoruz sevdiğimizi zannettiklerimizi. Kibirliyiz, korkağız, tutkularımız ve hayallerimiz var; küstah, edepsiz ve sıradan. İşte tam olarak bu sebeplerden dolayı insanız.
Kimse inanmıyor turuncu pelerinle gezinen adama. Bazen havuzun kenarında suyu seyrederken karşılaşıyorsunuz, bazen yeşil çimlerin üzerinde çiçekleri koklarken. Aklında hep bir şeyler var, bir yerlere bakıyor hep. Kimsenin görmediği bir şeyleri görüyor sanki. Ve her neyse o gördüğü konuşacak bir şey bırakmıyor. Susuyor hep adam. Turuncu pelerinin içinden hiç ses çıkmıyor. Kimse inanmıyor uçabildiğine, ta ki balkonun altında cansız bedeniyle karşılaşana kadar. Uçabiliyormuş turuncu pelerinli adam ama uçmak da her güzel şey gibi kısa sürüyormuş ve yine her güzel şey gibi sonu çok acıtıyormuş.
Ustalar, bitkiler, domuzlar ve insanlar. Arabalar, akıllı telefonlar, kadınlar ve erkekler. Hepimiz fazlalığız. Zamanımız gelince kusacak bizi hayat, vücudunun dışına atacak. Yokluğa gebe varlığımız bazen sancılı bazen de sancısız yapacak doğumunu. Silinip gideceğiz bütün kayıtlardan.
Kastamonu’nu Cide ilçesi Sofular köyü… Otuz kırk yıl önce yapılmış camisi. Caminin yanında mezarlık. Mezarlıkta çoğu bakımsız eski mezarlar. On bir sene önce ölmüş Hatice Hanım. Hayati Bey İstanbul’dan Kastamonu’ya getirmiş eşinin cenazesini, oradan da köye, Sofular Köyü’ne. On bir yıldır bir daha gelmemiş hiç, ziyaret etmemiş eşinin mezarını. Yeri aklında, ne kadar üzüldüğü aklında. Her sabah uyandığında yatağın boş tarafına baktığında ne hissettiği hakkında. Askerden dönünce evlendirmiş babası. Yirmi altı yaşında İstanbul’a gelmiş. Dile kolay tam otuz dokuz sene aynı yastığa baş koymuşlar. Üç çocuk yedi tane de torun. Otobüsün camından dışarı bakarken eskileri anımsıyor, minik bir tebessüm beliriyor dudağının sol yanında. Hatice Hanım geliyor aklına. Ne zaman hadi dışarıda bir çay içelim dese aynı tebessümle karşılaştığı geliyor aklına. Otobüs duruyor, mikrofonda uykulu bir ses; yarım saat yemek ve ihtiyaç molası…
Bilmiyorlar, insanlar diğer insanların ne çektiğini HİÇ bilmiyorlar. Çarpıcı detayları ve satır başlarını biliyorlar sadece. Ayrıntılarda neler yaşandığını hiç bilmiyorlar. O kadar meşguller ki kendileriyle yaşarken ölsen umursamıyorlar.
Seni ilk gördüğümde hiçbir şey hissetmemiştim; ne kalbim fazladan çarpmıştı ne de soluğum kesilmişti. Merhaba demiştin. Ben de ona benzer bir şeyler söylemiştim sanırım. Tek hatırladığım beni kebapçı garsonuna benzettiğin. Neden böyle bir şey düşünmüştün hiçbir fikrim yok. Biliyorum gideceksin, gidiyorsun hatta. Hayat kısa, kuşlar bildiğin gibi. Sen hoşça kalırken ben biraz ayrıntılara takılacağım izninle. Herkes normale döner eninde sonunda. Ben de eninde sonunda normale döneceğim. Devam edecek hayat, söz.
Bir kadın yürür sahneye doğru asil adımlarla, siyah uzun elbisesiyle elindeki keman farklı renklerdedir. Sahnenin diğer yanından başka bir kadın görünür kırmızılar içinde. İnce tülden şalı omuzlarından sırtına düşmüştür. Ve bir adam beyazlara bürünmüştür. Basit şarkılara eşlik eder bütün enstrümanlar. Adamın elleri yukarı aşağı oynar. Kırmızılı kadın şarkılar söyler. Birkaç çizgi ve birkaç notadandır olup biten. Bizim için harikulade olan şarkı başkaları için olabildiğince basittir.
dr hay
kadın
29.05.2016 Pazar
kadınları rahat bırak,kadın olmak ve olmamak senin elinde değil..