LEYLA - 19.12.2020
41 kere okundu
Bir akşamüzeri… El ayak çekilmişken sokaktan. Çocuklar gün boyu göremedikleri babalarıyla özlem giderirken. Kepenkleri kapatırken mahalle bakkalı. Hava sıcaktan soğuğa dönerken rastladım ona. Kasım sonuydu sanırım. Ya da aralık başı. Aylak aylak dolaştığım sokaktan yeni dönmüştüm eve. Açık bıraktığım bahçe kapısından girip küçük adımlarla yürüdü. Çok uzaklardan gelmişti. Kalsa mı gitse mi bilemiyordu. Birkaç metre yanıma yaklaşana dek konuşmadım. O da bir şey söylemedi. Durdu yaklaşınca. Ona bakıyordum...
Hoş geldin dedim
Hoş bulduk dedi kısık sesiyle
Bana baktı o da. Sonra yere dökülen dutlara da baktı
Sevmez misiniz dedi
Neyi dedim
Dutları dedi
Severim dedim
E ama hepsi yerdeler dedi
Hemen karşılık veremedim. Sustum biraz. Yerdeki dutlara baktım. Sonra dut ağacına. Sonra ona
Kal istersen dedim
Niye dedi
Birlikte severiz dutları dedim
Dökülmezler o zaman belki yere
Belki dedi
Kararsız bakışlarındaki buğu dağılmış
Gözlerindeki ışıltı açığa çıkmıştı
Tatlı mıdırlar dedi
Tatlı mı seversin dedim
Sevmem için tatlı olmasına gerek yok dedi
Sevdikçe tatlanır bazen
Bir yerden başlamalı o zaman dedim
Başlamalı dedi
Kapıyı açıp içeriyi gösterdim elimle
Hoş geldin dedim
İnsan insana soluk verir dedim
İnsan insana el verir
İyi gelir
İyi ki geldin
BİLMEK ÜZERİNE DENEMELER - 24.12.2020
91 kere okundu
Herkesin herkes hakkında bir fikri var. Herkesin her şey hakkında fikri var. Çok bilip az yanılıyorlar. Çok konuşup az laf ediyorlar. Az yürüyüp çok yoruluyorlar. Yaşamadan ölüyorlar. Herkesin mutsuzlukla beslediği biri var içinde. Herkese aslında herkes kadar değer veriyorlar.
Sırtıma dokundu. Bana şundan alsana dedi, canım çekti… Kaç lira onun kilosu dedim, kendime bile alıyorum ondan. Tutamadım dilimi, milyonuncu kez gem vuramadım kendime. Hiç sevmiyorum dilenmeyi alışkanlık haline getiren insanları. O kadar çoklar ki. Ses tonlarından anlıyorsun acemi olmadıklarını. Ama kötü günler geçiriyoruz. Elli lira dediğin ne ki. Belki gerçekten yoktur parası, daha da kötüsü canı da çekmiştir belki. Ne var sanki tutsan çeneni. Alsan bir kilo balık kızcağıza... Otuz saniye geçmeden pişman oldum. Döndüm aradım ama göremedim önce. Biraz daha bakınca karşı araya girdiğini fark ettim, elinde bir poşet soğan. Onu da başka birisine aldırmış belki de. Aşağıya doğru yürüdüm. Başka bir balıkçıdan balık aldım. Sonra geri dönüp aramaya başladım pişmanlığım büyüyünce. Al diyecektim bunları. Ya da çıkarıp para verecektim. Kalabalığın arasında birkaç tur attım ama nafile.
Eve dönerken aklım arkada kalmıştı ama adım adım azaldı vicdanımdaki sızı. İnsanım neticede. Herkes gibi, herkes kadar. Sonra kendime baktım, niye tutmazsın çeneni dedim, tutamazsın. Her şeyi bilmesen olmaz mı? Her konuda bir fikrin olmasa ölür müsün? İstiyor işte, belki ihtiyacı vardır. Hemen yargılayıp mahkûm etmenin ne anlamı var, onu da geçtim laf sokmak neyin nesi. Bir kere de yanıl ne olur sanki, bilmeyiver, bilmemezlikten gel.
Herkesin herkese benzemesinde sıkılıyor herkes. Herkesin kendisini özel hissetmesinden bile daha çok rahatsız ediyor bu insanları. Ama durup düşünmüyorlar. Düşünenler de yargılara varıp cümle kurmaktan ileri gidemiyor. Özeleştiri mi, o da ne? Yine ilk fırsatta, ilk yardım isteyenin ses tonundan, duruşundan, bakışından anlam çıkarmak için sipere yatıyor ve bekliyorlar. Çünkü bununla besleniyorlar. Çünkü kendilerine hakim olamıyorlar. Çünkü her şeyi bilmeseler hiçbir şeyi bilmedikleri zannedilecek diye çok korkuyorlar.
DÜŞME PEŞİNE - 27.12.2020
57 kere okundu
Yazar burada ne anlatmış, neyi niye anlatmış, hatta anlatmış mı bilmiyorum… Bilmek de istemiyorum üstelik. Ama keyifli. Ki bilme ihtiyacı hissetmeden keyfine varabildiğimiz şeyleri bulduğumuzda, bulmaya başladığımızda daha da keyifli. Keyif… Keşke her şey bundan ibaret olsa.
Bazen sadece uyumak istersiniz, ya da nereye gittiğinizi umursamadan yürümek, tıka basa yemek yemek istersiniz. Bazen sadece susmak istersiniz, kimse sormasın istersiniz niye sustuğunuzu. Ya da konuşmak istersiniz kimsenin neden bahsediyorsun sen diyemeyeceği bir yerlerde. Sevişmek istersiniz bazen; cümle kurmadan, sevgi sözcükleri kullanmadan, kur yapmadan… Bazen ikinci kişiler sorgulamasın istersiniz, olsun ve bitsin. Ve umursanmasın olan biten.
Zor olmasın her şey bu kadar. Bu kadar irdelenmesin. Doğru ya da yanlıştan birine yorulmasın. Yaşansın ve bitsin o yerde ve o zamanda. Orda kalsın, olduğu gibi kalsın üstelik. Düzeltmesin kimse, anlam vermesin, sorgulamasın, eleştirmesin. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşansın ve yarın yokmuş gibi bitsin.
Yazar burada belki de çok şeyler anlatmak istemiş. Günlerce yormuş kafasını olan bitene belki. Rahat bırakılsın diye dualar etmiş. Sırf kafasını özgürce yorabilmek için belki. Akıp gitsin diye. Sürüp sürmemesi önemsenmesin diye. Çünkü o kadar da önemli değil belki de yazar için. Yazmayan için taşıdığı devasa anlam yazan için bir sigara dumanı kadar belki.
Üfledim ve kayboldu gitti. Sen de bırak, düşme peşine…
SEVGİLİ AYAKLARIM VE GÜNAHKAR BEN - 29.12.2020
114 kere okundu
Bütün yükümü onlar çekiyor, seviyorum ayaklarımı. Renkli çoraplar, rahat ayakkabılar giydirerek şımartıyorum da. Ayaklara karşı olan sevgilimin sosyolojik alt yapısı da var yani. Sırf fetiş bir durum değil. Bu sosyolojik durum estetikle de birleşince seyredilesi, hatta dokunulası bir güzellik çıkıyor ortaya. Erkek ayağı sevmiyorum ama kendiminkiler dışında. Pozitif ayrımcılık suç değildir umarım.
Fatmagül’ün suçu ne diye bir dizi vardı, orada da oynamıştı aynı adam. Evet, o adam, yakışıklı olan. Bir bölümde duş alırken parmaklarını saçlarının arasında gezdirmişti de çok sevmiştim. Hatta ilk ve tek kez orada sevmiştim saçı. Benim de olsun istemiştim yirmi yıldır on günde bir kazıyor olmamı göz ardı ederek. Kendi parmaklarım için istemiştim üstelik. Başka parmaklar için saça gerek yoktu çünkü. Onlar istedikleri gibi gezinebilirler.
Yapmadım tabi. Uzatmadım hiç saçımı. Güzel yüzümü gölgede bırakmadım hiç uzun kıl taneleriyle. Lisede uzatmıştım ama sanırım bir iki kez. Aşıktım. İnsan aşık olunca her şeyi yapabiliyor. Sonra aşık olmadım hiç sanırım. Sabredemedim de saçlarım uzasın diye. Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmekten yanayım. Kaşımı ya da kirpiğimi kesemiyorum. Saç ve sakalla oynamak kalıyor geriye sadece.
Laf lafı açar bazen. İlgisi yoktur saçın aşkla, kirpiğin kaşla bile ilgisi yoktur bazen. Ama dediğim gibi açar laf lafı. Susarak bitmeyen yollarda yürüyoruz çünkü.
Herkesin birbirine benzediği bir dünya bu... Bir dolu kelime varken hep aynı kelimelerle benzer cümleler kuran insanların yaşadığı bir yerde yaşıyoruz. Aynı yolla doğuyoruz. Gerçi içimizde tozlanmayla dünyaya geldiğini sanan alıklar yok değil ama saymayalım biz onları. Aynı ağlıyoruz. Baba oluyor ilk kelimemiz. Süt emiyoruz annemizden. İki meme var herkeste. Daha az ya da daha fazlasına rastlanmıyor pek. Okula gidiyoruz, aşık oluyoruz ve terkediliyoruz. Aşıkken yaşadığımız mutluluk da aynı, terkedilince çektiğimiz acı da. Umutlar besliyor, hayaller kuruyoruz. Hayal kırıklarımız da aynı, kırıklara alışmak için aldığımız yol da. Aynı kıyafetleri giyip, aynı yemekleri yiyoruz. Tamam, her yaşadığımız bize özel, çok anlamlı. Ama sokaktan yüz kişi çevirseniz, yüz anne, yüz kardeş, yüz sevgili, yüz dost, yüz aşık… En fazla on farklı yaşam görürüz. Eşit dağıtsak her grupta on kişi eder. Hadi yüz farklı hayat diyelim, hatta bin diyelim. Yedi milyarı bine bölersek her grupta yedi milyon aynı insan eder. Ben söylemiyorum bunu, matematik söylüyor.
Ben değişik değilim yani, aynıyım. Ama siz sanırım biraz daha çok aynısınız.
Ağlar mısınız mesela. Ben ağlamam. Bazen ağlamak isterim ama hep yanlış zaman ve yanlış yer olur. Aynı toplum bize aynı şeyi öğretir hem; ağlamak iyi. Ulan ne var ağlasak biraz. Çocuklar ölünce ağlasak, hasrete ağlasak, yokluğa ağlasak. Sevinçten ağlasak bazen... Ne var yani ağlasak sanki, sel mi olur gözyaşlarımızdan. Gizli gizli ağlasak da olur, öyle öğrettiler bize. Duygularımız bile aynı.
Markete girsem akşam yemeği için. Balık mı alsam, et mi, yoksa tavuk mu? Pizza mı söylesem yoksa. Oysa evine ekmek götüremeyen insanlar var. Kuru ekmek, bildiğiniz iki kuruşluk ekmek. Gel de ağlama. Balık alıp çıksam, tekir. Kırmızı balık… İnsanım, insanız… Vicdan da bir yere kadar, devam ediyor hayat ve seviyoruz yaşamayı. İçimizdeki ormanın kanunlarına uymaktan keyif alıyoruz güçlüysek, zayıfsak şikâyetlerimizle bıktırıyoruz güçlüleri.
Niye sazan değil de tekir ya da çinakop… Herkes bilir ki tuzlu suya ulaşamayanlar sever tatlı su balıklarını. Daha iyisi yoksa yetinirsin kötüsüyle. Bu da kanundur. Balık seven herkes bilir bunu.
Ben balık yapmayı da yemeyi de seviyorum. Ticaretini sevmiyorum. Yıllar önce yaşayarak öğrendim. Yaptığım balıkları yiyen insanlardan aldığım paraları devlete verdim, çalışanlara verdim, mülk sahibine verdim. Belediye bile geldi para istedi benden. Oysa ne işi olur balığın belediye ile. Sonra dedim bu iş bana göre değil. Çekildim aradan. Artık karışmıyorum paraların el değiştirmesine. Ben balık yapıyorum onlar ticaret denen illetle hayatlarının içine ederken.
Kırmızı ve yeşilbiberi küp küp doğruyorsun. Arpacık soğanı ve mantar da ekliyorsun karışıma. Kavuruyorsun onları yüksek ateşte. Kavururken kör sosu da ekliyorsun. Ayrı bir tavada yine küp küp kesilmiş dil balıklarını bu kez soya sosu ile kavuruyorsun. Hani filmlerde görürsünüz ateş çıkar tavadan. Tavayı sallarken yağ ateşle buluşur ve yanar. Çok havalıdır, bayılırım ben hava atmaya. Sonra iki tavayı birleştirip çeri domatesi ve tereyağı da eklersin karışıma. Ve biraz daha ateşli mevzular. Ardından servis. Eşe dosta ama… Müşteri taş yesin, aç gezsin.
Günah biliyorum ama karşı koymuyorum. Hiç koymadım da. Çünkü keyifli olan ne varsa günah. Ben inançlı birisiyim. Günaha da inandım. Yatarı neyse yatar çıkarım. Sonrası güllük gülistanlık. İnanana!
Yarın niye yaptın diye sorduklarında salağa yatmak gibi bir lüksüm de yok. Bilinçli bir günahkârım ben. Çocukken komşunun bahçesinden meyve çalmak günah dediler; çaldım. Okula gittim, kopya çekmek günah dediler; çektim. Biraz daha büyüyünce kadınlar günah dediler. Çok güzeldiler oysa, güzel de hissettiriyorlardı. Sevdim onları, seviştim de… Onlar da sevdi beni, seviştiler de. Allah hepsini affetsin. Sonra yalan söyleme dediler, günah. Bilin bakalım ne yaptım? Çok karmaşıktı her şey, zordu. İçerek unutulurdu ancak ama içmek de günah dediler. Yatarı nedir bunun dedim!
Biliyorum yok yatacak yerimiz, kötüyüz biliyorum ama insanız. Öyle yaratmış yaratan. İsyan mı edeyim. Nankördür insan, vicdansızdır, kötüdür, günahkârdır. İnkâr mı edeyim insanlığımı. İnkar da günah. Ya da herkes gibi vicdanlıyım mı diyeyim? İyi miyim ben, vefalı mıyım? Hiç günahım olmadı mı? Yalan da günah, söylemiştim.
Bütün yükümü onlar çekiyor, vefakâr ayaklarım… Hiçbir beklentileri de yok benden. Ne güzel şey karşılık beklemeden yapmak bir şeyleri. Ummadan, istemeden, içten içe dilenmeden. Renkli çoraplar ve rahat ayakkabılarla şımartıyorum onları. Bütün yükümü onlar çekiyor çünkü, sevgili ayaklarım.