BEN DE OKUMUYORUM - 5.10.2015

2 kere okundu

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var; bu internet denen “ipne” yaratıcılığı öldürüyor vesselam… Ressamsan boyan kuruyor, şairsen kalemin kırılıyor, müzisyensen kesiliyor sesin. Tam da bu cümleden sonra, bir sonraki cümleden epey önce Twitter'a giriyorum mesela; sabahın dördünde, hatta dört buçuğunda neyi ya da kimi bekliyorsam. Dahası da var, telefon yanımda olsa İnstagram'a da bakardım. Farz edin ki ilham denen meret gelmiş ve ben bir şeyler yazıyorum, aşktan meşkten bahsediyorum... Pilimin bittiğinin resmidir. Çünkü sabahın dördünde, hatta dört buçuğunda Twitter’a giren tek geri zekalı ben değilim. Ne iş yaptığını bilmediğim Anıl İlter, bir zamanlar Çakır’ın karısı rolünde oynayan ve şimdilerde özgürlük için kendince savaşan İpek Tenolcay, (Tanolcay da olabilir, bakamam şimdi) futbol komedyeni Mehdoza, nispeten sağlıklı düşünen, hatta var olan iç savaşı tiye alabilen muhtemelen Kürt, muhtemelen hep buralarda yaşamış Hürgeneral… Bok var yani; sırf benim için değil, onlar için de var. Bu bahsettiğim tiplerin hiçbiri aşktan meşkten bahsetmez. Dördünün de ortak özelliği özgüven ve özgüveni olan insanlar genelde aşk acısı çekmez. Çekse de gelip internette zırıl zırıl milletle bahsetmez.  Gitti benim ilham perisi anlayacağınız, internet on yüz milyon, Burak beş, bilemedin altı. Yeniliyorum…

Yılda bir kitap çıkartıyor yeni yetme yazarlar ve şairler, Kürtler’ in çocuk yapma hızını bile geçti pek çoğu! Roman istemişti yayıncım ama bende tık yok, çocuk istese daha kolaydı. Beyaz Türk tanımam, benim tanıdıklarımın hepsi gri. Beyaz birilerinin olduğuna da emin değilim zaten. İçi pislikle dolu bunca insana beyaz diyen salak olsa olsa renk körüdür. Her neyse, konumuz bu değil. Bizim siyah, zaman zaman da gri Türkler bir çocuk yapmaktan yana. Çocuğa emek vermek gerekirmiş, zormuş bakmak. Haklılar da. Çoğu üç-beş kardeş ve halleri ortada, ne yana baksan rezillik. Konuyu kitaba bağlayacağım aslında. Kitap çocuk gibidir. Çocuğu önce doğurur sonra büyütüp yetiştirirsin. Kitapta durum tam tersi; önce büyütüp yetiştirir, sonra doğurursun. Ben iktidar sorunu yaşıyorum bu internet "ipne"si yüzünden. Bütün zamanımı sömürdüğü için ilham gelse de benim haberim olmuyor. Haliyle doğurmak da seneler sonrasına kalıyor. Kurtulmak lazım, telefonu kırmak, bilgisayarı sokağa atmak lazım. Televizyon bile daha iyi bu şerefsizlerden. Pazar gecesi Beyaz Futbol diye bir komedi programı var mesela; ister gül ister ağla!

Tamam, uzun uzun yazamadığım doğrudur ama kısa kısa çok yazardım ben. Hatta bir zamanlar her gün yazardım ben. Sonra içlerinden iyilerini seçer ilerde kitap yazarsam kullanırım diye heveslenirdim. İleride kitap yazamayacağım bu gidişle. İnstagram'da bir dolu aptalın kendilerinden bile daha aptal fotoğraflarını beğenmekten, Twitter'da ki geri zekalıların gereksiz tweetlerini okumaktan kalemi elime alamayacağım bir daha. Gerçi kitap da öyle ahım şahım bi satış yapamadı. Hatta satış yapamadı desem yeridir. Hala aradım ama bulamadım diyenler var çevremde. Artık nerede aradıysa ya da hangi saatte. Mahalle bakkalına sormuştur muhtemelen. Gerçi alanların da yarısı okumamış. Haklılar, ben de olsam okumazdım. Twitter varken, İnstagram varken kitap ı okunur. Facebook denen keko mekanının hakkını da yemeyelim. Ki benim çevremdekilerin pek çoğu hala Facebook sakini. Ben yeniliğe ayak uyduruyorum ama onlar geride kalıyor. Başım göğe erdi Twitter ve İnstagram yüzünden. Onlara da tavsiye ediyorum ama nafile, çok gericiler. Bir de “alacağım ama bi türlü fırsat bulamadım”  ya da “aaaa kitap mı yazdın” diyenler var ki evlere şenlik. Bana açıklama yapmak zorunda değilsiniz, zaten inandırıcı da değilsiniz. Alma kitabı salak, ki alsan da almasan da benim için ne boksan o bok olarak kalacaksın. Ama en azından bana açıklama yapmak zorunda hissetme ben de her seferinde seni… Belli ki birbirimizi pek iplemiyoruz, Facebook’u, İnstagram’ı seviyoruz! Kötü şey bu instagram, bu Twitter kötü şey.

Yok efendim yok olmaz benden; sizden de olmaz efendim. Cahilliğin varyasyonlarını aramızda paylaşmış, layıkıyla yaşamaya çalışıyoruz. Konuşmaya başladık mı susturana aşk olsun. Bazısı ağır abi modunda, sevmiyor konuşmayı ama aklından geçenler bizimkilerden farksız; sussa da her boku biliyor maşallah. Yapmıyorsan bilmiyorsundur, bilmiyorsan da cahilsindir. Her ne kadar kendi fotoğraflarımı paylaşmasam da, kitabımın reklamını yapmaya çalışsam da İnstagram aptallar içindir. Twitter ve Facebook da öyle. Her ne kadar çok akıllıymışız gibi triplere girsek de aptalız. İtirazı olan gelsin düz mantıkla yetmiş saniyede ikna edeyim kendisini. Ama diyeceksiniz ki ben köprüden önceki son çıkıştan kaçarım ki. İşte bu yüzden aptalsınız, bu yüzden aptalız. Atı alan köprüyü geçip Üsküdar’a varmışken biz sırf haklı olabilmek için, sırf aptallıklarımızı gizleyebilmek için köprüden önceki son çıkışta kaytarmaktan yanayız.

Olmaz benden, sizden de olmaz! Henüz hazır değilim internetten kurtulmaya ama siz deneyin şansınızı. Çünkü internetten önceki insanların daha mutlu olduğuna şahidim, hatta kitaplar bile yazar bunu. Ama siz kitap okumazdınız dimi. Biliyorum, çünkü ben de okumuyorum!

HÜZÜN KOKUSU - 6.10.2015

339 kere okundu

Sevecek yerim mi kaldı, takatim mi kaldı kalkıp gelmeye, zaman mı kaldı yaşamaya. Altı yaz geçti üzerinden, altı kış kar yağdı dökülmeyi unutan yaprakların üzerine, mandalinalar bensiz meyveye durdu altı kez, altı kez yılbaşında milli piyango bileti aldım, altısına da bir şey çıkmadı. Çıkmadı bir ses, selam gelmedi beklemiyor olsam da, ne izine rastladım ne tozunu getirdi rüzgâr. Sen yaşlanmazsın derdin hep ama ben şansa inanmazdım! Altı koca yıl geçti yokluğunun üstünden; altı kere yaşlandım ve hep haziranın ortasına denk geldi. Yoktun sen!

Nedir bu sarı saçların sırrı diye soruyor balıkçı Kemal Abi, Bahar’ın, Deniz’in sırrı ne. Dudağımın ucunda öksüz kalıyor tebessüm, sol gözümde hayal meyal canlanıyor yüzün, sözlerin dünmüş gibi kulaklarımda… Hatırlamıyor olmak unutmak değildir çoğu zaman; ne dedin, neden bahsettin sorsan söyleyemem şimdi, yormam bile zihnimi acaba neydi diye. Ama hiddetin, sözündeki şiddetin, şarabın tadı, roka salatasındaki sarımsağın kokusu, yağı zeytinin, domates ve tuz. Sen ve güz, eylül mü ekim mi o bile hatırımda değil. Ağlardım şimdi yanımda olsan, neye ve niye olduğunu bilmeden hüngür hüngür ağlardım.

Denizi olan şehirler hüzün kokar, ayrılık kokar, sen kokar bilmez kimse. Bilmezler gelip geçerken aklımdan geçen; çok azı duymuştur seni benden, kumsalı olmayan deniz kenarları eksik yaşanır bilmezler. Dile gelmez sevdanın bazısı, ketumdur, saklanır sahibinden bile. İstavritti, kızartmıştın. Annemi ve ablamı saymazsak bana balık yapan tek kadındın sen.  Şehrinin terminalinden bi sen aldın beni, bi sen hoş geldin dedin. Bi sen öğrettin kiloluk Dikmen’in ne kadar güzel olduğunu. Sevmenin sevişmek olmadığını sen hatırlattın; sevgiliden dost, dosttan da sevgili olurmuş hep sen. Güneş gözlüklerim kalmıştı sende, Konya’dan Trabzon’a giderken Ankara’ya uğramıştım. Kızılay’da YKM mağazası vardı eskiden, şimdi durur mu bilmem. Ordan almıştım, bir dolu denemiş hiçbirini yakıştıramamıştım kendime. Bu güzel oldu demişti tezgâhtar kız. Sen hepsine güzel dedin zaten demiştim. Ama bu gerçekten güzel oldu diye üstelemişti. İnanmamış ama yine de almıştım. Sabahı zor etmiştim çekip gitmek için, yeşil balıkçı şapkasının içindeydi gözlük, gün doğup da güneş gözüme alana kadar fark etmemiştim. Denizi olan şehirler hüzün kokar, güneşi göze almasın diye gözlük takar sakinleri, ben o gözlüğü Ankara’dan almış sende bırakmıştım. Gözlükle birlikte o hiç takmadığım ama nedense hep yanımda gezdirdiğim yeşil balıkçı şapkasını ve sol yanımın koca bir parçasını bırakmıştım. Ve o koca parçayı sana hissettirmeden peyderpey geri almıştım.

BENİM ADIM BURAK SARIMEHMETOĞLU - 10.10.2015

66 kere okundu

Benim adım Burak Sarımehmetoğlu, Trabzonluyum, bir kızım var, İstanbul’da yaşıyorum, öğretmenim… Sokakta karşılaşacağınız binlerce insandan sadece biriyim; gencim, yaşlıyım, kadınım, erkeğim, kısayım, uzunum, mutluyum ve mutsuzum… Sıradan heveslerim var, yürüdüğüm yollar, gördüğüm şehirler, dost bildiğim insanlar, özlediğim şeyler var. Adım Burak Sarımehmetoğlu, sokakta her gün karşılaştığınız binlerce sıradan insandan sadece biriyim, sıradan bir görünüşüm, sıradan kelimelerle kurduğum sıradan cümlelerim var… Türküm, olabildiğince doğru, elimden geldiğince çalışkanım. Trabzonluyum ben, sanırım anlamadığınız, muhtemelen de asla anlayamayacağınız bağlılıklarım var.

Yıllardır Caddebostan’dan Pendik’e kadar sahil şeridinde spor yaparım, çay içerim, yürürüm. Bazen eve dönmek için de minibüs yolu ya da E-5 yerine sahil yolunu kullanırım. Bu akşam iş çıkışı eve gelip kızım ve eşimle akşam yemeği yedikten sonra sahile inip koştum biraz; Karayemiş’in karşısından Kartal balık haline kadar gidip geri döndüm. Dönüş yolunda hiç tanık olmadığım bir şeyle karşılaştım. Otuz - otuz beş yaşlarında bir adam Koçtaş’ın karşında sahilde bir banka oturmuş kemençe çalıyor, başına da üç beş kişi toplanmış onu dinliyordu. Daha önce Kadıköy rıhtımda pek çok kez aynı manzarayla karşılaşmış horon tepen insanları hevesle seyretmiştim. Ama bu kez kemençenin sesi dertli çıkıyor, her zaman rastlayamayacağınız bir ses aynı dertle kemençeye eşlik ediyor, çevredeki üç beş kişi de ses çıkarmadan dinliyordu;

Uslanmaz Karadeniz
dalgalar bizsuz kaldi
o masum gülüşleri
hangi yalanlar aldi
hangi yalanlar aldi…

Artık nasıl dertlenmişse, neye dertlenmişse meyve suyu kutusuna doldurduğu muhtemelen votkasıyla sahile inmiş efkârlandıkça çalıyor, çaldıkça güzel sesiyle kemençeye eşlik ediyordu. Esiyordu, soğuktu ama aldırmıyordu; masum gülüşleri yalanlara yenik düşmüştü belli ki.

Trabzonluyum ben, adımın bir önemi yok; muhtemelen Türküm, araştırmadım soyumu sopumu hiç, babamın yüzünü kızartmayacak kadar doğru olmaya çalıştım ömrümce, başkasına muhtaç olmamak için çalışır dururum yıllardır. Trabzonluyum ben, adımın bir önemi yok ama yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var; her karışını ayrı ayrı sevdiğimiz bu memleket can evimizden vurdu her seferinde, neleri hazmetti de ses çıkarmadı, sustu hep, kabullendi, inandı, işbirliği yaptı, kırdı, döktü, çaldı, iftira attı, ezdi, öldürdü gözünü kırpmadan!

Erkeğine tabanca alınır bizim çocuklarımızın, kızına bebek. Kötüdür tabanca dediler, vazgeçirdiler, vazgeçtik. Top aldılar, araba aldılar. Kimse yokken arabayla ve topla oynadık, arkadaş bulunca da arabayla ve topla oynadık. Büyüdük okula başladık. Zil çalar çalmaz bahçeye attık kendimizi, onlarca velet aynı topun peşinde koştuk ter su içinde, her zil sesinde yaptık bunu üstelik. Okuldan çıkıp eve gidince yemek yiyip tekrar toplandık, aynı topun peşine aynı hevesle koştuk yeniden. En iyi çalım atan en havalımızdı, en kötüsü kaleye geçerdi ve küserdi hayata ama yine de vazgeçmezdi o topun peşinde koşturmaktan. Büyüdük ve büyüklerin gittiği okullara gittik, sanayide çırak olduk, lokantada garson, arabada muavin… Her fırsatta toplanıp maç yaptık. Kız arkadaşlarımız oldu, en aşık zamanlarımızda bile kıramadık arkadaşlarımızı. Ezile büzüle izin isteyip “maç var, gitmem gerek” dedik, sevdiğimiz küstü bize sineye çektik. Koca adamlar olduk, çoluk çocuğa karıştık, bir dolu şey değişti ama futbola olan sevdamız değişmedi, azalmadı hiç… Ta ki o güne kadar!

Herkes bilir, herkes dile getirir zaman zaman… Şike vardır bizim memlekette, teşvik vardır. Üç büyük vardır, bir de Trabzonspor vardır, dördüncü büyük… Gücü yeten yetene şike yapar gerektiğinde, rakibin rakibine teşvik verilir, bir şehir efsanesi dolaşır durur. Zaman zaman birileri ses çıkarır, ezilir kafası, susturulur. Ama genci yaşlısı, futbolcusu hakemi, kadını erkeği hepsi bilir; şike diye bir şey vardır. Ve yine herkes bilir, en güçlüler Fenerbahçe ve Galatasaray’dır, sonra Beşiktaş gelir, sonra Trabzon ve diğerleri. Ve o gün gelir; 3 Temmuz 2011

Kıran kırana geçen bir sezonda Fenerbahçe averajla ipi göğüslemiş ve şampiyon olmuştur. Ama her sezonki gibi yine söylentiler vardır, şike yapılmıştır, teşvik verilmiştir, hakemler taraf tutmuştur. Bir Pazar sabahı yer yerinden oynar; artarda futbolun tepesindeki adamlar gözaltına alınmaya başlanır. Dokunulmaz denen Aziz Yıldırım, Trabzonspor’un başkanı Sadri Şener, Sivas’ın başkanı Odyakmaz, yöneticiler ve futbolcular. Fenerbahçeli yöneticiler başta olmak üzere pek çok futbol insanı polisin dinlemesine takılmış ve şike yaptıkları konuşmalar kayda alınmıştır. Birden futbolun tüm aktörleri suspus olmuştur. Çünkü olduğunu çok iyi bildikleri pislikleri birileri karıştırmış ve ortalığı kokutmuştur. Ne demek Aziz Yıldırım’ı gözaltına almak, şikeyle, örgüt kurmakla suçlamak. Rüyada görülse inanılmayacak şeyler olmaktadır.

Delilleri gören yöneticiler Fenerbahçe’yi Avrupa kupasından men ederler apar topar. Yerine lig ikincisi Şampiyonlar Ligine gönderilir. Birkaç ay kimseden ses çıkmaz. Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu gibi futbola uzak ama sisteme yakın yeni kahramanlar ortaya çıkıp ahkâm kesmeye başlar. Ardından her şeyden üç aşağı beş yukarı haberdar olan futbol medyası birkaç ay süren suskunluğu bozar ve karşı harekâta geçer. Amaç futbolun en büyük aktörünü, Fenerbahçe’yi aklamaktır. Üstelik bedeli ne olursa olsun. Önce Avrupa’ya davalar açılır ama sonuç alınmaz. Davalar sonuçlanır ve adı geçen takımla birlikte başka takımlar da Avrupa’dan men cazası alır. Kararda şike yapıldığı net olarak belirtilmektedir.

Ama karşı cephe boş durmamaktadır. Deliller önce inkâr edilir, sonra yasal olmadıkları savunulur. Gün geçtikçe de güçlenir cephe. Dün Fenerbahçe’ye şikeci diyenler taraf değiştirip Aziz Yıldırım’ı ve diğerlerini savunmaya başlamıştır. Hakkını arayan Trabzonspor her kurum tarafından ötekileştirilip kafası ezilmektedir. Trabzonspor cephesi de rahat durmamaktadır, yöneticiler sürekli yanlış kararlar almakta, taraftarlar mücadeleye sahip çıkmamaktadır. Fenerbahçe’yi kurtarmak için elinden geleni yapan siyasiler Trabzon’a gelince önlerine halılar serilip omuzlara alınmaktadır. Trabzonspor öz evlatlarının gönlünde siyaset uğruna, çıkar uğruna, yalan dolan uğruna satılmaktadır. Her fırsatta delikanlılıktan bahseden, Trabzonsporluluklarıyla gurur duyan kalabalık, yine her fırsatta davasını satmaktadır. Suçlu olan Fenerbahçe taraftarı birlik adına, mücadele adına destanlar yazarken, şehir milliyetçiliğiyle övünen Trabzon haklı olduğu davaya sahip çıkmamakta, hatta ihanet etmektedir. Rüzgar tamamen tersine dönmüştür. Aziz Yıldırım hapisten çıkmış, asıp keseceğini söyleyerek esip gürlemektedir. Trabzonsporlu yöneticiler ise haklarını gasp eden kim varsa önce asıp kesmekte sonra saygıyla önlerinde eğilmektedir.

Ve beklenen fırsat 17 Aralık 2013’de gelir. Gülen cemaati iktidara darbe girişiminde bulunur. Cumhuriyet Savcısı Celal Kara'nın gözaltı talimatları ve ilgili mahkemelerin arama kararlarının yerine getirilmesi ile kamuoyunun duyduğu, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından gerçekleştirilen, aralarında iş adamları, bürokratlar, banka müdürü, çeşitli düzeyde kamu görevlileri ve 61. Hükümetin kabine üyesi dört bakan ile üç bakan çocuğunun olduğu kişiler hakkında "rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık" suçlarını işledikleri iddiasıyla soruşturma başlatılır. İktidar da rahat durmaz ve hemen misilleme yapar. Örgüt paralel bir yapıdır ve devleti ele geçirmeye çalışmaktadır. Bu soruşturmanın tek amacı budur. Ortalık toz duman olur ama hiçbir şey olmaz. Suçlu bellidir. Kimse bir şey çalmamış, kimse yolsuzluk yapmamış, kimse rüşvet almamıştır. Hatta yıllardır sürdürülen darbe davaları, balyozlar, Ergenekonlar da düzmecedir. Hepsi paralel örgütün işidir, uydurmasıdır, kumpasıdır. Bu ülkede ne derin devlet vardır, ne rüşvet, ne soygun, ne de yolsuzluk vardır. Her şey bir anda bir gruba bağlanmış, geri kalan kim varsa aklanmıştı. İktidar kandırılmıştı, yaşananlar düzmeceydi. Fırsatı değerlendiren Fenerbahçe başkanı yeniden yargılanma talep etmiş ve kabul ettirmişti. Belliydi, beraat kararı çıkacaktı. 6 yıl hapis cezası almış insanlar kesin konuşuyordu. Yaptıysak Fenerbahçe için yaptık, biz yaptık ama onlar da yaptı, kesin aklanacağız…

Suçluların güçlü olduğu yerde masumlar değersizdir. Bu memleketin güçlüleri hep olmuştur, suçlulardan bahsetmeye gerek bile yok, her gün içimizde gezmekteler.

Fenerbahçelileri de anlıyorum… O kadar boktan bir yer ki bu memleket insan kendinden bile şüpheye düşebiliyor. Güven vermeyen bir sistem sevdiğimi suçlarsa ben de inanmamayı seçebilirim, seçmesem de seçeni anlayabilirim. Devlet beni ikna etmeli, suçluyu suçludan ayırmamalı. Aynı suçu işleyen Ali’nin hayatını mahvederken Veli’yi saraylarda yaşatmamalı. Kafamdaki soru işaretlerini kaldırmalı, güven vermeli bana, dik durmalı. Küçük bir çocuğun babasına güvendiği gibi güvenebilmeliyim ona. Dün ak dediğine bugün kara, bugün kara dediğine yarın ak dememeli. Hataların bedeli ödenmeli, iyi olmak ödüle tabi değildir ama kötülük cezalandırılmalı ki, ben bu konuda devletime güvenmeliyim ki emin olabileyim…

Benim adım Burak Sarımehmetoğlu; muhtemelen Türküm, kızımın yüzüne bakabilecek kadar doğru, elimden geldiğince çalışkanım. İnsana olan inancımı kaybedeli çok oldu. Bu ülkede adaletin olmadığını zaten eskiden beri biliyorduk. Ama bari çocukluktan kalma sevdamız devlet eliyle bilerek ve isteyerek öldürülmeseydi. Yine topun peşinden koşarken unutabilseydik her şeyi, harikalar diyarındaymış gibi hissedebilseydik… Olmadı, izin vermediler… Biz haklıydık ama onlar çok güçlüydü!

HOYRAT ELLER - 20.10.2015

820 kere okundu

Uzun bir yudum aldı, uzaklaştırdı dudaklarından fincanı, iki eliyle sıkıca sarıldı ısınmak ister gibi. Sağ yanağında dolaşan ele gitti aklı, adamın parmaklarının sırtındaki seyrek kılları hissetti teninde… Olmaz dedi, çok fazla bu, bu kadarı çok fazla bana. Adam her zamanki süslü cümlelerini kurdu yine; yağmurdan bahsetti, denizden ve gökyüzünden bahsetti, gidersen eksik kalırım dedi, sen varsın diye varım ben, gidersen ne olurum bilmiyorum dedi, yokluğunun fikri bile korkutuyor beni. Yalan olduğunu biliyordu ama seviyordu cümlelerini, daha önce de sevilmişti, güzel sözler duymuştu ama bunlar farklıydı. En güzel manzaralar canlanıyordu gözlerinin önünde, kırmızılar ve pembeler birbirine karışıyordu, tuhaf bir ahenk vardı ve karşı koyamıyordu. Kalktı oturduğu yerden, birkaç adım atıp camın kenarına geldi, denize baktı sessizce, adama dönüp olmaz dedi, olmamalı. Bu kadarı fazla bana, bu kadarı çok fazla bana. Peki dedi adam, gideyim ben. Dur demek geçti içinden, en içinden öylesine bir dur demek geçti ki kendinden bile korktu kadın, nasıl da kapılıp gitmişti anlamadan. Sustu, başını önüne eğdi, seviyorum seni dedi.

Gitmek özgürlüktür, kalmaksa bir çeşit ölüm biçimi. Ne gidebiliyoruz ne de kaldığımızdan bir şeyler anlıyor kaldıklarımız. Bir karmaşadır almış gidiyor. Saatler birbirini kovalarken yaşlandığımızla kalıyoruz. Dönüp bakıyorum akıp giden trafiğe, aslında kimsenin bir yere gittiği yok, yer değiştiriyorlar sadece, deli gibi birbirlerinin yerlerini alıp aynı kör dövüşünü kaldığı yerden devam ettiriyorlar.  Yine günlerden bir gün, yine aynı sevimsiz kalabalıklar ve yine aynı cümleler dudağımda; ne işim var benim şu boktan şehirde.

Kör oldum ben, kadının saçları kızıl, kalın telli, ismini bilmediğim güzel bir çiçek gibi kokuyor. Doğduğum köyde menekşeler oldurdu; mor menekşeler. Papatyalar olurdu. Bir de sonradan gerçek isminin kardelen olduğunu öğrendiğim kalandar çiçekleri… Bir zamanlar lilyumları merak etmiştim, başka bir zaman fulyayı, orkideyi ama hepsi çıkmıştı aklımdan. Çiçekler kadınlar gibidir, solsalar da kokuları kalır akılda. Kör oldum ben yüz yıl önce, kokularından tanıyorum insanları, şehirleri kokularından tanıyorum, sevdiğim kadınları hep kokularından. Gitme diyor, gidersen ne yaparım bilmiyorum. Yalan söylüyor belli. Belki on kez aynı cümleleri kurmuş farklı kokulara ve her seferinde de yaramış işe. Çünkü sever çiçekler ilgiyi, konuşulmayı sever, el üstünde tutuldukça yaşadıklarını hissederler. Ama doğanın kanunu değişmez, ister kokusu için, ister görüntüsü için olsun koparılan her çiçek ölümle sınanır!

Yıkıntılarımızın altından kalkıyoruz her sabah. Uyku denen ölümden uyanıp sokaklara atıyoruz kendimizi. Gürültücü kalabalıklarda kayboluyoruz, içimizin içi geçiyor, kirleniyoruz kendimizden soğuyana dek. Ve en ikiyüzlü cümleleri kuruyoruz sevdiğimizi sandığımız kopyalarımıza. Sevgiyle sarıldığımız her bedenden biraz daha kirlenerek ayrılıyoruz, koşarak dönüyoruz mabedimize. Uyku en güzel kaçma biçimidir, yıkıntıların altına gizlenip sabah olsun diye dualar ediyoruz.

Toplamaya çalıştıkça dağılıyor kadın, konuşmaya çalıştıkça susuyor, kaçtıkça teslim oluyor. Adamın sözlerinden daha yumuşak elleri, sözlerinden daha hoyrat. Ne zaman konuşması gerektiğini biliyor, ne zaman dokunması gerektiğini de. Bildiği hiçbir yol çare değil. Bi sözlerine teslim ediyor ruhunu bi ellerine gövdesini. Adam sevgi dolu, adam hoyrat, kadın hem sevgiye aç hem adama. Hırpaladıkça içine giriyor adam, kadın çırpındıkça yerleşiyor iyice. Belli; adam vazgeçmedikçe kadın devam edecek, kadın dur demedikçe adamın elleri kadını sevecek.

Güzel bir şarkı çalıyor radyoda; dilini bilmesem de tanıdık geliyor sözler, sevmekten bahsediyor. Koparılan güllerden kalma cümleler, hoyrat eller, parmakların ucunda eskiyen tenler…  Tınısı kulaklarımı okşuyor, ruhum kaçıncı med cezirinde. Karanlık demini alırken el ayak çekiliyor. Yine baş başayım kendimle, yine en sevdiğim zamanlar. Yine kokular ve yine kadınlar. Anladığım dilde ne güzel diyordu adam; “haydi Abbas vakit tamam, akşam diyordun işte oldu akşam.”   

CUMARTESİ - 24.10.2015

38 kere okundu

Bu sefer olmazı nedir, kim karar verir, neye göre verir, kime verir kime vermez. Verdiğini mi daha çok sever vermediğini mi. İyi midir o kararı veren kötü mü?  Deli deli sorular aklımda. Kefeni cebinde bir adam vicdan azabından kaçıyor. Ekimin ilk günleri ya da eylül sonu. Şimdi ne desem yalan olur. Yağmur var işte; dün de vardı ve yarın da olacak muhtemelen. Ama bu yağmur gibi değil, dün var diye bugün de olması kesin değil.

Karar veriyor elindeki sigarasıyla oynarken. Birkaç cümle kurup keyifli bir nefes çekiyor içine duman duman. Devam ediyor cümlelerine. Ben dinlemiyorum ama onun keyfi yerinde. Müziksiz dans ediyor. Konuşuyor, gülüyor, elleri kalkıp iniyor cümlelerine yardım etmek hevesiyle. Geç kalmışım, koşsam yetişemem farkındayım. Ben şimdi uyansam onun evden çıkmasına yetişemem. Sokaklarda kafasına göre yürüyor. Vermiş kararını, kime ya da neye göre bilmiyorum ama anlatıyor hiç durmadan. Sigarası bitiyor cümleleri bitmiyor.

Cumartesi sabahlarının pazartesi sabahlarından ürkütücü olduğu gerçeği geliyor aklıma. Sendrom dedik diye böyle bunlar. Yoksa anneme bundan bahsetsem o da nedir der. Her gün birbirinin aynı zaten. Biz ayırmışız aynı şeyleri birbirinden. Salıyı pazardan ayırmışız, kırmızıyı lacivertten, Mehmet’i Arzu’dan, iyiyi kötüden biz ayırmışız. Kendimize göre ayırmışız üstelik, sormadan hiçbirine kararlar vermişiz. Kötü etmişiz desem bağlayıcılığı yok, iyi etmişiz desem kimse umursamaz. Pazartesileri herkes işinde gücünde en azından ama cumartesileri birileri uyurken diğerleri yetişmeye çalışıyor hayata. Erken kalkıyor sabah, kahvaltı etmeden çıkıyor evden. Bir şeyler aldın mı diyor Özgür, ya da bir şeyler alayım kahvaltı için ister misin? Benim aklım adamda, ikinci sigarasını yakmış, konuşmaya devam ediyor. Siyah giyen kadın İstanbul’dan bahsediyor gitmeden önce; aynı şeyleri düşünüp farklı yaşıyoruz. Saçların beyazlaya başlamış diyorum, dudağının ucunda minik bir gülümseme beliriyor. Adam Mehmet’le Arzu diyor sigaranın dumanını yağmura üflerken. Sen misin o diyorum; kime göre, niye üstelik, amacın ne diyorum. Siyah giyen kadın Özgür’ün gittiği yere gitmiyor, merdivenlerin ucunda kayboluyor gözden. Özgür keyifli, kadın keyifli, sigara içen adam keyifli ama günlerden cumartesi ve yağmur yağıyor. Hiçbiri sevmiyor yağmuru bir ben seviyorum.

Bırak artık dünyayı, zarları hileli diyor radyoda Teoman. Aklıma zarlar geliyor, dünya geliyor. Savaşlardan bahsediyor, cezasının müebbet olduğunu söylüyor. Dışarıdaki savaş içeride de devam ediyor, belli. Oysa kumar değil bu. Ne yaşıyorsak bilerek ve isteyerek. Seçtiğimiz yolların sonundaki yıkımlar da bizim eserimiz ölümler de. Limandaki gemiler boş kalkıyor, uzaklara giden tek şey hayaller. Biz korkağız, gemiler cesur. Demir alma vakti gelse de gidemiyoruz. Zarları hileli yapan da biziz, hayatımız üzerine kumar oynayan da. Gürkan geç kaldım diyor. Hayat bu; kimimiz erken geliyoruz, kimimiz geç kalıyoruz. Kapılar kapanmıyor, her zaman bir yol var ama içimize kapanmak kolayımıza geliyor. İçine bakabilir miyim diyor siyah giyen kadın ve her baktığında hayal kırıklığına uğruyor. Celal’in içi geçmemiş hala; mevsiminde ve kıvamında, daha yaşanacak çok günü var. Hayal kırıkları birikiyor, siyah giyen kadının öğrenmesi gerekenler var. Yüzüne bakıyorum, beyaz saçlarından kalan gülümsemenin kırıntılarına rastlıyor gözlerim; her zaman vardır ümit.

Kime ve neye göre doğru, yanlışın bir amacı var mı aslında, sebebi ne, neye hizmet ediyor? Kötülüğün sonu yok, belli bir yerden sonra tonu değişmiyor kirliliğin ama çapı genişliyor. Kötülük de iyilik kadar bulaşıcıdır aslında ama biz aynaya bakınca hep iyiyi görüyoruz. Diğer kadın, kadın olmanın dayanılmaz karmaşasının içinde kendini kaybeden kadın her şeyden emin, herkesten emin. Dünkü kırmızıya bugün mavi dese de, dün sarhoş olduğu mutluluğa bugün burun kıvırsa da aynaya baktığında hep en iyisini görüyor, en doğrusunu... Sigara içen adam sırılsıklam, tek derdi "yağmur dumanına engel olmasın, keyfine keder katmasın." Siyah giyen kadının çok büyük hayalleri yok, Özgürün de yok, Celalin de. Hırsları ve saplantıları da yok. Bizim kadar iyi, bizim kadar kötüler. Ama karar vermek gerektiğinde ayrılıyorlar birbirlerinden. Biri üst kata çıkıyor buluta değmek için, biri yetişmek için alt kata iniyor. Biri hemen yanı başımda... Nasılsın diyorum, gülümsüyor. Ben kötü olsam da o iyi olacak hep. Çünkü seviyor yaşamayı, insanlara inanıyor hala. Belki de doğrusu budur diyor adam, ilk kez duyuyorum onu. Yüzünde bir dinginlik; sigarasını bitirmiş. Cümleleri de bitiyor. İyi ama kime göre diyorum, neye göre ve neden. Herkesin etrafında dönecek kadar çok mu bu dünyalar, iki kişilik hayatlardan vaz mı geçtik ilelebet. Kendimizden ve diğerlerinden geçecek kadar ne vadettiler bize. Ve neden kabul ettik bilmeden, görmeden nasıl karar verebildik. Bilmiyorum diyor siyah giyen kadın, Celal haklısın diyor, Özgür çayından bir yudum alıyor ısırdığı dilimi rahatça yutabilmek için. Teoman devam ediyor şarkısına; serseri doğdum, serseri ölecem.