HOYRAT ELLER -
20.10.2015
1039 kere okundu
Uzun bir yudum aldı, uzaklaştırdı dudaklarından fincanı, iki eliyle sıkıca sarıldı ısınmak ister gibi. Sağ yanağında dolaşan ele gitti aklı, adamın parmaklarının sırtındaki seyrek kılları hissetti teninde… Olmaz dedi, çok fazla bu, bu kadarı çok fazla bana. Adam her zamanki süslü cümlelerini kurdu yine; yağmurdan bahsetti, denizden ve gökyüzünden bahsetti, gidersen eksik kalırım dedi, sen varsın diye varım ben, gidersen ne olurum bilmiyorum dedi, yokluğunun fikri bile korkutuyor beni. Yalan olduğunu biliyordu ama seviyordu cümlelerini, daha önce de sevilmişti, güzel sözler duymuştu ama bunlar farklıydı. En güzel manzaralar canlanıyordu gözlerinin önünde, kırmızılar ve pembeler birbirine karışıyordu, tuhaf bir ahenk vardı ve karşı koyamıyordu. Kalktı oturduğu yerden, birkaç adım atıp camın kenarına geldi, denize baktı sessizce, adama dönüp olmaz dedi, olmamalı. Bu kadarı fazla bana, bu kadarı çok fazla bana. Peki dedi adam, gideyim ben. Dur demek geçti içinden, en içinden öylesine bir dur demek geçti ki kendinden bile korktu kadın, nasıl da kapılıp gitmişti anlamadan. Sustu, başını önüne eğdi, seviyorum seni dedi.
Gitmek özgürlüktür, kalmaksa bir çeşit ölüm biçimi. Ne gidebiliyoruz ne de kaldığımızdan bir şeyler anlıyor kaldıklarımız. Bir karmaşadır almış gidiyor. Saatler birbirini kovalarken yaşlandığımızla kalıyoruz. Dönüp bakıyorum akıp giden trafiğe, aslında kimsenin bir yere gittiği yok, yer değiştiriyorlar sadece, deli gibi birbirlerinin yerlerini alıp aynı kör dövüşünü kaldığı yerden devam ettiriyorlar. Yine günlerden bir gün, yine aynı sevimsiz kalabalıklar ve yine aynı cümleler dudağımda; ne işim var benim şu boktan şehirde.
Kör oldum ben, kadının saçları kızıl, kalın telli, ismini bilmediğim güzel bir çiçek gibi kokuyor. Doğduğum köyde menekşeler oldurdu; mor menekşeler. Papatyalar olurdu. Bir de sonradan gerçek isminin kardelen olduğunu öğrendiğim kalandar çiçekleri… Bir zamanlar lilyumları merak etmiştim, başka bir zaman fulyayı, orkideyi ama hepsi çıkmıştı aklımdan. Çiçekler kadınlar gibidir, solsalar da kokuları kalır akılda. Kör oldum ben yüz yıl önce, kokularından tanıyorum insanları, şehirleri kokularından tanıyorum, sevdiğim kadınları hep kokularından. Gitme diyor, gidersen ne yaparım bilmiyorum. Yalan söylüyor belli. Belki on kez aynı cümleleri kurmuş farklı kokulara ve her seferinde de yaramış işe. Çünkü sever çiçekler ilgiyi, konuşulmayı sever, el üstünde tutuldukça yaşadıklarını hissederler. Ama doğanın kanunu değişmez, ister kokusu için, ister görüntüsü için olsun koparılan her çiçek ölümle sınanır!
Yıkıntılarımızın altından kalkıyoruz her sabah. Uyku denen ölümden uyanıp sokaklara atıyoruz kendimizi. Gürültücü kalabalıklarda kayboluyoruz, içimizin içi geçiyor, kirleniyoruz kendimizden soğuyana dek. Ve en ikiyüzlü cümleleri kuruyoruz sevdiğimizi sandığımız kopyalarımıza. Sevgiyle sarıldığımız her bedenden biraz daha kirlenerek ayrılıyoruz, koşarak dönüyoruz mabedimize. Uyku en güzel kaçma biçimidir, yıkıntıların altına gizlenip sabah olsun diye dualar ediyoruz.
Toplamaya çalıştıkça dağılıyor kadın, konuşmaya çalıştıkça susuyor, kaçtıkça teslim oluyor. Adamın sözlerinden daha yumuşak elleri, sözlerinden daha hoyrat. Ne zaman konuşması gerektiğini biliyor, ne zaman dokunması gerektiğini de. Bildiği hiçbir yol çare değil. Bi sözlerine teslim ediyor ruhunu bi ellerine gövdesini. Adam sevgi dolu, adam hoyrat, kadın hem sevgiye aç hem adama. Hırpaladıkça içine giriyor adam, kadın çırpındıkça yerleşiyor iyice. Belli; adam vazgeçmedikçe kadın devam edecek, kadın dur demedikçe adamın elleri kadını sevecek.
Güzel bir şarkı çalıyor radyoda; dilini bilmesem de tanıdık geliyor sözler, sevmekten bahsediyor. Koparılan güllerden kalma cümleler, hoyrat eller, parmakların ucunda eskiyen tenler… Tınısı kulaklarımı okşuyor, ruhum kaçıncı med cezirinde. Karanlık demini alırken el ayak çekiliyor. Yine baş başayım kendimle, yine en sevdiğim zamanlar. Yine kokular ve yine kadınlar. Anladığım dilde ne güzel diyordu adam; “haydi Abbas vakit tamam, akşam diyordun işte oldu akşam.”