bana kimse dokunmazlar memleketi - 29.01.2014

374 kere okundu

Bana kimse dokunmazlar memleketi, yakını evin, kokusu denizin, biraz soğuk, biraz yağmur ve toprak kokusu.  Üç ortalı defter, kareli ve meşin kabuklu, her sayfasının en solunda kırmızı bir çizgi baştan sona kadar... Kareleri oluşturan ince çizgiler siyahtan laciverte dönmüş. Çarşamba günü maç var, federasyon kupası maçı. Daha ortaokuldayım Yomra’da, üç beş sene sonra olsaydı Meslek Lisesi’nin üst katından seyrederdim. Kapıları da açardılar belki, günlerden Çarşamba. Dersin konusu: huzur bulduğun yerdir memleketin.

Sabah Çardak’ta kıymalı pide, öğlen Uludağ Kebap’ta yaprak döner, akşam da Akçaabat’ta köfte. Neye niyet neye kısmet dünyası; sabah az pilava yüz elli tavuk döner, öğlen pilava yüz elli et döner, akşam etli karalahana sarması. İnsan yemeye geliyor bu dünyaya, yemek güzel şey, keyifli şey, yaz günü evden kaçıp denize gitmek gibi bir şey, üstü başı alel acele çıkartıp denize ilk ben gireceğim diye koşturmak gibi bir şey. Yer ırmak ağzı, kumdan eser yok sahilde, her yer irili ufaklı çakıl taşı. Yüzmek dediğin sen sağ ben selamet, dalga çıksa da dalgamıza baksak.

Çocuk olmak büyüyünce olacağımızı sandığımız şeymiş aslında, kafana göre çalış, kafana göre gez, kafana göre sev. Sevdin mi kadın sevmeyeceksin, insan seveceksin. O insan kadınsa ne ala ama o kadın insan değilse boku yedin. Biz sevmeyi kendi kendimize öğrendik, ondandır kıymet bilişimiz. Elimizin emeği var her duyguda gözümüzün nuru, ondandır sevdiğimizi esirgeyişimiz. Ne çalışmayı sevdik biz ne de sevmeye çalıştık, gelişine yaşadık elde yok avuçta yok.

Bir kere daha toprak kokusu; Kadani, Gışla ve yine Irmak Ağzı. Bu kez eskisi kadar cesur da değiliz aptal da. Yok öyle sonbaharda kışta denize girmek, delikanlılığında bir gururu var, yok öyle postu suya deldirmek. Yürüdükçe hayat, baktıkça güne döner geceden geceden... Lübülüb derdim Bülent’e nedense, ne ısırmıştı hademe Ahmet Abi’nin elini. Hasan’ın babası gurbet, Atilla’nın ki gurbet… Bize havalı görünürdü, çok sonradan anladım ki hiç de değilmiş. İçi beni dışı seni yakar derler ya, gurbet bitmeden hayatlar bitti. Atilla ile aynı okuldaydık, Hasan Trabzon Lisesi’nde. Neden gelmedin düğüne dedi bankanın önünde, sahi neden gitmedim düğününe Hasan’ın… Hatırladım, aynı saatlerde bizim kıvırcığın da düğünü vardı. Özer Boztuna’nın. Ah o toprak kokusu ah, köy varken şehirde yaşayan adam olsa olsa aptaldır.

Anne olmak zor iş, kedi de o kadar babalık yapar. Biri hem nazlı hem yaramaz, diğeri feryat figan. Hem huzur hem cinnet, karayı bulan bu kez parayı değil babayı alacak. Büyüdükçe dert de büyüyor çünkü, hem anneye babaya büyüyor, hem çoluğa çocuğa. Çoğu eşekten daha uzun oldum ama hala annem dertlenir en küçük derdimde. Söylemem çoğunu sırf o üzülmesin diye. Bunlar daha iyi günlerimiz, ararız bu şımarıklıkları, bu ağlamaları.

Alçaklığın Evrensel Tarihi’nde Lazarus Morell’den bahsediyor Borges, 12 Yıllık Esaret’i yaşayarak yazıyor Solomon Northup. Dünyanın derdi bitmiyor ölene kadar, biz halimize üzülürken Lazarus zincire vurup köle diye satıyor Solomon’u. Çocukluğumuzun kahramanları ölüyor bir bir, ne Kara Hala kalıyor geri ne de Beyaz Hala. Yaşadıkça kirleniyor, kirlendikçe daha az seviyoruz kendimizi. Sonra bir sonbahar günü, bir Eylül’de dönüyoruz başladığımız yere, usul usul başlıyor aydınlanma, hissediyoruz temizlendiğimizi gün be gün. İlkinde aşağıdan başlamış yukarı çıkmıştık, şimdi yukardan başladık aşağıya doğru. Yürürken adım adım ölüme bir Eylül kokusu vuruyor burnumuza Derin’den ve Demir’den… Ya ben özlemimi alıp gitmeliyim, ya özlem beni. Artık ne korkağım eskisi kadar ne de serseri.

D&R'dan satın almak için tıklayın         

KİTAPYURDU'ndan satın almak için tıklayın