ESKİ HİKAYE - 20.06.2016

863 kere okundu

Şimdi o sevdiğim gökyüzünün altında serin bir sonbahar var, yaprağını dökmüş dallar, ıslak kaldırımlar var. Gidenlerin ardından bakan kırık kalpler var. Ümidi tükenmiş bekleyişler, ışığı sönmüş hayatlar var. Belki gelirim, belki de gelmem. Bir serçe uçuşup dursun ayva ağacının dallarında, eski bir plak adını bilmediğim bir şarkı çalsın. Çocukluğumdan kalma o hep bozuk olan, kapanması için kenarına çivi çaktığımız o pencerede olsun aklım. Şarkı söyleyen kadın sabah melteminden bahsetsin, benim ellerim üşüsün.

Bir ses duydum uykumda, “geri dönemezsin artık” diyordu. Sebebini bilmediğim bir korkuyla uyandım. Terlemiştim, nefes nefeseydim. Kafamı çevirip pencereye baktım. Başka bir yerdeydim. İki penceresi vardı odanın, biri ayakuçlarımda, biri yatağın sağ tarafında. Kocaman bir gardırop boydan boya aynalı, iki duvarın kesiştiği yerde gösterişli bir komidin, aynanın önünde parfüm şişeleri ve kremler. Amcam askerdeyken keşfetmiştim ilk. Baştan savma sıvanmış odamızın tavanında bir tahtanın arkasına gizlenmiş, kafasında mihver olan bir adam vardı. Amcamdı o. Her gece uyumadan önce bakardım ona, türlü türlü hayaller kurardım. Sonra bir gün amcam askerden geldi. Başka bir gün evin sıvası yenilendi. Kayboldu o iz. Ama abimle paylaştığım o odada ne zaman yatsam gözümü tavana dikip amcamı anımsatan o izi aradım. Yoktu ve olmayacaktı bir daha. Kalkıp mutfağa yürüdüm, cam sürahiden bardağa su doldurdum ve içtim. Sokak lambası aksini savunsa da henüz sabah olmamıştı. O ev de yıkıldı artık, her şey gibi onun da yerine yenisi yapıldı.

Bomza nedir bilmezsiniz siz. Eşek ayvasını, kardeş eriğini, süpürge çiçeklerini de bilmezsiniz. Hostabacı’nın işlettiği benzin istasyonundan benzin alabilmek için kullandığımız para yerine geçen karayemiş yapraklarını da bilmezsiniz. Siz öğrenemeden kayboldu gitti hepsi. Kimi kurudu, kimini biz kestik. Hele o bomza yığını temizlendiğinde ne kadar da iyi hissetmiştik. Eşek ayvası da tatlı değildi zaten, yerken boğulmamak için sürekli su içerdik. Seksenli yıllardı. İçtiğimiz su bilmediğimiz bir dağdan gelirdi. Su akmadığında Ramus Ağa köyden birkaç adam bulur patlayan boruları onarmaya giderdi. İşten kaçardı herkes, başkaları için bir şeyler yapmak o zamanlarda da kimsenin ilgisini çekmezdi. Götürseler giderdik, en azından ben koşa koşa giderdim. Çocuktuk çünkü, macera için yaşıyorduk.

Frenk muşmulasına herek muşmulası dediğimiz zamanlardı. Kimse bilmezdi sanırım gerçek adını. Dalından koparım yemek varken nüfus kaydı sorgulanmazdı hiçbir meyvenin.  Aşağıkiler’in kapısındakilerden birini pas vurur, diğeri güzeldir ama az verir. En iyisi Nezahat Yengenin bahçesindeki muşmuladır. Ama ona da ulaşmak zor, yasaktır çünkü, Hoca Amca görür diye korkarız. Şimdi kimse dur, sus demiyor çocuğuna, isteyen istediği meyveyi kolayca alıp yiyebiliyor. Ama ne pazardan ya da marketten aldıklarım, ne de dalından kopardıklarım eskisi kadar lezzetli. Hoca Amca bile yaşlanmış, bahçesindeki kivilerle bile ilgilenemez olmuş.

Önce Vahit’in Mehmet gitti, sonra Koreli. Bir sabah ağlamalarla uyandık, Azizi Abi de terk etmiş bizi. Sonra Hemdiye Yenge… Annemle yirmi beş yıl küs kaldılar, bir kere bile doğru düzgün konuştuklarını görmedim. Çocukluğumuzu süsledi annemle babaannemin kavgaları; bazen renkliydiler bazen siyah beyaz. Ama biz hep bu kavganın dışında kalmaya çalıştık, başardık da çoğu zaman. Tesadüfen şehirde olduğum bir gün ayrıldı aramızdan Kara Ayşe. Vahit’in Mehmet gibi o da artık yoktu. Sonra İsmail Amca ve Meryem Yenge. Gidenlerin yerine hep yenileri geldi ama kimse dolduramadı kimsenin yerini. Büyüdükçe eksildik, arttıkça azaldık, yaşadıkça yaklaştık ölüme.

Uzak bir şehir ve hiç eskimeyen hikâyeler… Ne yara var görünürde ne de yaraya sürülecek merhem. Eksiğiz ne olursa olsun. Kara incir kurudu, can eriği kökünden koptu, kirazı kestiler duvar yapmak için. Yirmi yıl oldu çitlembik yemeyeli, Kilat Yolu’nda ki kara erikler durur mu bilmem, deniz kenarı artık koca koca taşlarla örülü. Balık da yokmuş artık; ne ağ kuran var ne de oltaya çıkan. Denizi de kuruttuk içimiz gibi.

Neye yarar yalınayak yürümek artık, toprak kokusuyla dolsa ciğerlerimiz ne fayda. Eski bir masalda eskiyen yüzleriz artık. Sevdalı bir bulut döner durur kafamın üzerinde; ben yağmur yağacak sanırım her şeye rağmen. Çıkartıp üstümdekileri ayağımdaki terliklerle bahçeye çıkacağım sanırım. O hiç kapanmayan pencereyi açmak için çiviyi çevirecek annem. “Gel içeri deli, hasta olacaksın yine” diye seslenecek ardımdan. Gök gürler, martı sesleri gelir dışarıdan. Sabah ezanı okunmuştur. Gün beklemez, içinde boğulduğumuz koşturmaca beklemez. Bizden iş bekleyen, bizden adam olmamızı bekleyen, para kazanmamızı, bir dolu saçma sapan kurala uymamızı bekleyen ve aslında bizimle hiçbir alakası olmayan insanların hiçbiri beklemez. Biz erken kalkmasak sabah, istediklerini yapmasak hemen yerimizi başkası alır. Zaman beklemez, olan bitenin gerisinde bırakır bizi. Ve biz olan biteni hep daha fazla umursayarak yetişmeye çalışırız akıp giden zamana.

Yorgun bir düşünce döner durur kafamda, her ne kadar dönsen de geri ya bıraktığın gibi değildir bulduğun ya da sen değişmişsindir. Şimdi en sevdiğin şarkıyı keyifle mırıldansan da, bildiğin en kallavi küfürleri savursan da umursamaz kimse. Dönülmez bir yolda yavaş yavaş silinir izlerin, ne yürümek çözümdür ne de durup arkaya bakmak.